5 Kasım 2008 Çarşamba

AYASOFYA












Doğu Roma (Bizans) imparatoru Iustinianos'un iradesi ile, beş yıl gibi çok kısa bir süre içersinde inşa edildikten sonra 27 Aralık 537 günü kutsanarak açılışı yapılan Hagia Sophia Kilisesi, 2003 yılının 27 Aralık'ında 1466. yaşını tamamladı. "Kutsal Bilgelik"e ithaf edilen bu kilise, 916 yıl boyunca Bizans İmparatorluğu'nun prestij yapısı ve Ortodoks dünyasının merkezi olmuş, kısaca "Büyük Kilise" (Megale Ekklesia) olarak anılmış; 481 yıl boyunca İslam dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gözbebeği, sultanların "Büyük Cami"si (Cami-i Kebir) olarak kullanılmış; ve 69 yıldır da Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli 'müze-yapı'sı olarak dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin hayranlığını kazanmaya devam etmektedir. Ayasofya, her dönemde bu kenti ziyaret edenleri en fazla etkileyen şey olmuş insanları adeta büyülemiş, gerek Bizans döneminde, gerekse Türk döneminde benzer biçimde efsanelere konu olmuştur.Ayasofya, her şeyden önce boyutlarıyla ve mimari kuruluşuyla etkileyicidir. Gerçi Bizans'ın erken devirlerinde kapladığı alan bakımından Ayasofya'dan büyük bazilikal planlı kiliseler vardır, ancak bunlar üç nefe bölünmüş uzun bir salona benzerler; o günün dünyasında hiçbir bazilika Ayasofya'nın kubbesinin boyutunda bir kubbe ile örtülü değildi ve böylesine bütünlüklü bir iç mekâna sahip değildi. Daha büyük bir kubbe ise Roma kentinde, Pantheon'da vardı ama silindir biçimli çok kalın bir duvara oturan kubbe, sadece 'büyüktü. Ayasofya'nın dört büyük paye ile taşınan kubbesi, Pantheon'un kubbesinden daha küçük olsa da, yarım kubbeler, tonozlar ve kemerlerden oluşan sofistike bir sistem ile çok daha geniş bir alanı örtmekte, çok daha etkileyici bir iç mekân yaratmaktadır. Sürekli taşıyıcı olarak beden duvarına oturan bir kubbeyle karşılaştırıldığında da, yalnızca dört tek taşıyıcıya oturan bu boyutta bir kubbe, tasarım, teknik ve estetik anlamda bir devrim niteliğindedir. Ayasofya'da bir bazilika, kubbe ile örtülmüştür. Bu yeni bir düşünce değildir; Ayasofya'nın çağdaşı olan kubbeli bazilikalar Bizans dünyasında vardır ama bunlar boyut, teknik ve yarattıkları etki bakımından Ayasofya ile kıyaslanamaz. Kubbeli bazilikaların en büyük ve etkili olanlarından biri olan İstanbul Saraçhane'deki Polyeuktos Kilisesi'nde kubbe, doğrudan büyük bir bazilikanın ortasına oturtulmuştur ve iç mekânın üçte birini örtmektedir. Bu yapının, üzerine kubbe konulmuş bir bazilika olduğu hissedilir, çünkü kubbe iç mekânın tamamına egemen değildir. Ayasofya'nın kubbesi, orta nefin yarısını örtüyorsa da, iki yarım kubbe ile öyle bir tamamlanmıştır ki, yapının içine girildiğinde bütün iç mekâna egemen olan bir kubbe algılanır. Bazilika ise tamamen 'gizlenmiştir. Bu dahice mimari tasarım, yapıyı eşsiz ve etkileyici kılan unsurdur. "Gökyüzünde asılıymış gibi duran" kubbeden akan ışık selinin bütün duvarları kaplayan mozaik üzerindeki ışık oyunları, olağanüstü mimari kuruluş ile birlikte etkileyici bir atmosfer yaratmaktadır. Ayasofya'nın ziyaretçilerinde iz bırakan, efsaneleşen yanı, tek kubbenin altında bütünleşen, entellektüel bir mimari zekâ ile kurgulanmış çok geniş bir iç mekân ve onun büyüleyici atmosferi olmuştur.
Ama, Ayasofya etkileyici bir yapı olmanın ötesinde bir anlam taşır. Gerçekte bu anlam ve onu güçlendiren xetki', onu yaptıran imparatorun bilinçli bir seçimidir. Merkezi kubbe kavramının, Roma dünyası mimarlık ikonografisinde, imparatorluk ideolojisinin sembolü olarak kullanıldığı tekrarlanan bir gerçektir. Antik Roma'da Pantheon, bu ideolojik mesajı kitlelere ilan eden yapıydı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olan (Yeni Roma) Konstantinopolis'e de, -gerçek işlevinin ötesinde- Pantheon'un imparatorluk sembolizmini taşıyacak nitelikte bir yapı gerekliydi. Yine de Ayasofya salt böyle bir gereksinime yanıt veren, güçlü bir imparatorun yaptırdığı büyük bir yapı değildir. O, aynı zamanda "dünyanın yeni merkezini" de işaret etmektedir. Ayasofya'nın yapılması, Iustinianos'un bütün Akdeniz'i -ya da o günün bütün dünyasını- yeniden Roma İmparatorluğu altında birleştirme girişimi ile örtüşmektedir ve bu vizyonunun mimarlık alanındaki bir yankısıdır. Yapı, büyük bir iddianın somutlaşmasıdır; boyutlarının ötesinde biçimi de bu iddiaya göre şekillenmiştir. Yeni "Pax Romanum", bütün dünyayı sancağı altında bütünleştirmekle kalmayacak, tek din altında da toplayacaktır; çünkü o aynı zamanda bir Hıristiyan imparatorluğudur da. Tek Tanrı, tek din, tek imparatorluk ve tek imparator; yeni Pax Romanum'un dünyaya sunduğu formüldür. Bu düşünce, Ayasofya'nın görülmemiş büyüklükteki iç mekânını altında bütünleştiren kubbede cisimleşmekte, bu yapıya giren -hatta uzaktan, kent surları dışından gören- herkes tarafından en şiddetli biçimde duyumsanmakta, bir mesaj olarak herkese taşınmaktadır. Her döneminde yapıyı ziyaret edenlerin anlattıkları izlenimler, bunun en önemli kanıtını oluşturmaktadır.Ayasofya, bulunduğu kent ile bir bakıma özdeşleşmiştir. Bizans döneminde, bu büyük imparatorluk kilisesi, Hıristiyanlaşan Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) başkenti Konstantinopolis'i, hem imparatorluğun hem de Hıristiyan dünyasının merkezi olarak, bütün dünyaya ilan etmektedir. Aynı işlevi, kentin İslam döneminde de sürdürmüştür Ayasofya: İstanbul, İslam dünyasının ve onu yöneten Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezidir. Tekrarlanamaz ve aşılamaz olan bu yapı, bu gerçeğin tanrısal bir irade aracılığıyla tescilidir. Gerçekten de Ayasofya, hem Bizans kaynaklarında hem de Osmanlı kaynaklarında "tanrısal irade"nin tecellisi olarak algılanmıştır. GençTürkiye Cumhuriyeti ise yapının bu niteliklerini doğru olarak kavramış ve onu en uygun işlevle, bir müze olarak bütün insanlığın yararlanmasına açmıştır. Ayasofya'nın bulunduğu kentte yaşayanlar olarak kendimizi mutlu ve ayrıcalıklı hissediyoruz.




1453'te Türkler Istanbul'u fethedince, Fatih Sultan Mehmed'in ilk emirlerinden biri, acinacak sekilde harap ve bakimsiz birakilan Ayasofya'nin onarilmasi olmustur. Türklerin Ayasofya'yi nasil bulduklarini, sonra ne hale getirdiklerini, onu nasil koruduklarini asagida okuyacagiz. Fakat daha önce bu eserin nasil meydana getirdigini ve mimari özelliklerini anlatacagiz. Bu özellikleri anlatmadan önce sunu da belirtelim ki, dünyayin yadi harikasini tespit edildigi yillarda Ayasofya henüz yapilmamisti. Yapilmis olsaydi, bu yedi harikadan biri mutlaka Ayasofya olurdu.



ESKI MABEDLERIN SÜTUNLARI ISTANBUL'A GETIRILIYOR
Bugünkü Ayasofya'nin bulundugu alanda, ilk kilise 12 Mayis 360 yilinda yapilmisti. O zamanki Bizans'in en büyük mabedi olan bu yapi 44 yil sonra bir yangimla harap oldu. 415 yilinda onun yerine yapilan yeni kilise de 532 yilinda baska bir yanginla yok oldu. Iste bu ikinci yangindan sonra Imparator Justinianus, Hazreti Adem'den bu yana görülmemis ihtisamda, yanginlara, depremlere karsi koyabilecek, gelecek çaglara ulasabilecek saglamlikta bir eser yaptirmaya karar verdi. Justinianus bu büyük yapinin insaasina Aydinli Antonius ile Miletli Isodoros adli mimarlari memur etti. Mimarlar hemen ise koyuldular. Önce kilisenin yapilacagi alan iyice açildi. Bu maksatla orada bulunan saraylar, evler yikildi. Sonra, Imparatorlugun, harabe halinde bulunan eski mebedlerin, evlerin en güzel malzemeleri toplatilarak Istanbul'a getirildi. Mesela sekiz sütun Efes'teki Diana mebedinden alindi. Ayni sütunlar daha önce Efes'e Heliopolis'teki Günes mebedinden getirilmisti. Atina, Roma, Delf ve öteki mebedlerden de bazi sütunlar toplandi. Böylece, herbiri ayri bir mebede yücelik kazandirmis olan mermer sütunlar, simdi bir araya gelecek, en büyük mebedde bulusarak gelecek çaglara ulasacaklardi. Ayrica dünyayin en meshur mermer ocaklari de Ayasofya için çalistirilyordu. Prokonez beyaz mermerlerini, Egriboz adasi açik yesil mermerlerini, Karia'daki ocak beyaz-kirmizi mermerlerini, Misir meshur porfirlerini, Teselya ve Lakonya eski yesil mermerlerini, Siga damarli pembe taslarini istanbul'a yolladi.

EY SÜLEYMAN SENI ASTIM!
Bu çok degerli malzemeden essiz bir anit meydana getitmek mimarlar da en büyük güçle desteklenmeliydi ve desteklendi.Insaat araliksiz bes sene devam etti. Bu süre içinde hergün bin isçi çaliiti. Imparator sik sik çalismalari denetliyor, çalisanlari yüreklendiriyordu. Nihayet insaat bitince, 27 Aralik 537'de, büyük bir açilis töreni yapildi. Justinianus 14 atil çektigi tören arabasi ile Ayasofya!nin, o zaman Kram Kapisi denilen büyük kapisinin önüne gelince, büyük eseri gururlu seyrederken söyle dedi: ''Tanrim, sana sükürler olsun ki böyle essiz bir eserin basarisini bana lütfettin, beni buna layik gördün!'' Sonra heyecanla mihraba dogru atilarak söyle demekten de kendini alamadi: ''Ey Süleyman, bu eserle seni asmis, seni yenmis bulunuyorum!'' o zamana kadar en büyük mabedi yaptiranin kadar en büyük mabedi yaptiranin Hz. Süleyman oldugu kabul ediliyoudu.

AYASOFYA'NIN BOYUTLARI
Ayasofya'nin bina olarak kapladigi alan 77 metre uzunlukta ve 71ç70 metre genislikte bir yerdir. Bu alanda yükselen binanin çik genis bir avlusu vardi. Avlunun etrafinda revaklar, ortasinda ise auyu aslan agzindan akan bir çesme bulunuyordu. Mabede 9 büyük kapidan giriliyordu. Ayasofya'nin kubbesi 33 metre çapinda ve 55.60 m. Yüksekligindedir. Kubbenin kendi yüksekligi 81 metreyi bulur. Kubbe. Çok hafif tuglalardan, birbirine takip eden tabaklarla meydana getirilmistir. Kubbe kasnagi 40 pencerelidir. Bunlardan dördü kapali durur. Yapiyi 107 sütun ayakta tutar. Bunlarin 40 tanesi alt. 67'si de üst kisimdadir. Bina zemeninin altina genis sarniçlar yapilmis, bunlarin içine büyük fil ayaklari dikilmistir. Böylece yapiya, seglemlere karsi esneklik ve dayanliklilik verilmistir. Buna ragmenAyasofya Bizans devrinde birkaç defa depremden hasar gördü ve tamir edildi.

20 BIN KILO GÜMÜS
Ayasofya'nin ihtisami yaniz boyutlarinda degildir. Iç süslemeleri bakimindan da essiz bir eserdir. Daha dogrusu Haçli yikimina ugrayincaya kadar öyle idi. Daha sonra Türklerin onarimi ile ve bu defa Türk sanatinin inceligiyle, yine essiz bir anit oldu. Ayasofya'nin içi, Latinlerin isgalinden önce, mozaikler, renkli mermerler, fildisi levhalar, altin, gümüs ve diger kiymetli taslarla, agir islemeli kumaslarla süslüydü. Tavanlarinda altin zemin üzerinde dekoratif göbekler, rozetler, gümüs mozaikler vardi. Insan resmi tasiyan mozaikler de bulubuyordu. Halen yerinde duran büyük kapinin üzerindeki mozaik taht üzerinde oturan Meryem'i, kucagindaki çocuk ise Hz. Isa'yi temsil ediyor. Meryem'in sagindaki Imparator Konstantin Meryem'e Istanbul sehrini. Justinianus isa Ayasofya'yi sunarken görülüyor. Kubbenin altinda ve orta yerde duran, fildisinden yapilmis ve degerli taslarla süslenmis bir kürsü vardi. Mihrabin önünde de üzeri altin yaldizli gümüs bir bölme bulunuyordu. Gümüs kaplamalar ve mozaikler günün her saatinde bir baska yönden süzülen isikla piril piril olurdu. Tarihçiler Ayasofya'da bulunan gümüs kaplamalarin ve süslerin 20 bin kilo civarinda oldugunu yaziyorlar. O devirde Bizans'ta elçi olarak bulunan yabancilar, yeryüzünde böyle muhtesem ve isikli bir mabed olmadigini yazmislardi. Mesela Rus elçileri hükümdarlarina Ayasofya'yi söyle anlatmislardi: ''Acaba gökte miyiz? Diye düsündük, cünkü yeryüzünde böyle bir ihtisami insan tasavvur edemez. Gördüklerimizi size tarif etmekten aciziz.'' Istanbul'u isgal eden Haçlilar ordusunda bulunan Robert de Clari ise gördüklerini söyle anlatiyordu: ''Bu mabedin bütün kapilarin kilit ve sürgüleri som gümüsten idi. Paha biçilemeyecek degerde olan mihrabin üzerinde ondört ayak uzunlugunda som altindan bir ayin masasi vardi ve bunun üzeri degerli taslarla süslüydü. Mihrabin etrafindaki sütunlar da gümüstendi. Kilisedeki on kadar avizenin herbiri insan kolundan kalin gümüs zincirlerle asiliydi…''

ÖRÜMCEKLER AG KURMUS
Türkler Istanbul'u aldiklari zaman Ayasofya'yi çiril çiplak buldular. Anlatilmakla bitmeyen güzel mozaiklerinin çogu; altin. Gümüs ve degerli taslarla süslü olan her seyi, Haçlilar tarafindan yagma edilmisti. Mabed bakimsizdi. Bu durumu, onu fetih gününde gören Dursun Bey söyle anlatiyor: ''Onun rahnesine tas koyacak bir mimar kalmamis, mamur olarak sedece bir kubbesi kalmis.. Padisah-i Cihan bu binayi harab ve yebab (yikik) görünce, ahir harap olmasin deyüp tamirini ve bakimini emretti. Sonra'da, su beyti söylemekten kendini alamadi: Perdedari miküned der taki kisra ankebut Bum nevbet mizenet der kale-i Efrasiyab.. (Kisra'nin takina örümcekler ag kurmus, perdedarlik yapiyor, Kayserin kalesinde ise baykus nöbet tutuyor) Fatih Sultan Mehmed'in emriyle camiye çevrilen eser, bu suretle gelecek yüzyillara yikilmadan, ihtisamini arttirarak ulasma sansina kavusmus oluyordu. Kilise camiye çevrilince. Resimlerden bazilari ve haçlar. Bozulmayacak sekilde badana ile örtüldü. Diger süslere ve melek resimlerine hiç dokunulmadi. Mebedin güneydogu tarafi görülen lüzum üzerine iki payanda ile takviye edildi. Bu köseye tugladan bir minare ve camiye bir medrese ilave olunda. Ikinci minareyi II. Beyazid yaptirdi.

KOCA SINAN DA ONARIYOR.
Kanuni Süleyman devrinde yikilma tehlikmesi gösteren bina, Kanuni'nin emriyle ve dahi mimar Koca Sinan'in maharetiyle destek duvarlara kuvvetlendirildi. Koca Sinan Ayasofya'ya iki minare daha ekledi. Caminin yaninda II. Selim için de bir türbe yapildi. Sokollu Mehmet Pasa kubbeye büyük bir alem koydurdu. Caminin içini Türk eserleriyle en çok süsleyen hükümdarlardan biri III. Murat'dir. Bergama'dan getirtilen ve helenistik devirde kalma iki büyük mermer küpü camiye koyduran da odur. Bu küplerin her biri 1250 litre su almaktadir.IV. Murat'in yaptirdigi mermer mahfiller. Minber ve tas kütsü bir sanat harikasidir. Yine bu hükümdar mebedin duvarlarina ve bos kalan yerlere Biçakçizade Mustafa Çelebi'nin n'fis hatti ile ayetler yazdirdi. Bugün büyük kubbede asili duran kandili ise III. Ahmet yaptirdi.

AYASOFYA MÜZE OLUYOR
Padisahlar arasinda Ayasofya'yi Türk eserleriyle en çok süsleyen hükümdar I. Mahmut'tur. I. Mahmut'un cami için yaptirdigi çok güzel bir kütüphane vardir ki devrin saheseri sayilir. Bu kütüphanede 7 binden fazla el yazmasi ve basma kitap bulunmaktadir. Kütüphane duvarlarini da çoik güzel Türk çinileri süslemektedir. Türklerin gösterdigi ihtimamla Ayasofya korunmus, güzellestirilmis, saglamlastirilmistir. 918 yil kilise, 482 yil cami olarak kullanildiktan sonra, 1 Subat 1935 tarihinde müze haline getirilen Ayasofya'yi bugün ziyaretçiler hayranlikla seyredebiliyorsa, bu, Türklerin bu sanat harikasina sahip olarak onu korumalari sayesindedir. Ayasofya'nin ve civarindaki eserlerin yüzlerce yil önce bugünkünden çok daha heybetli göründüklerini de söylemeliyiz. Çünkü, eskiden Istanbul'un yedi tepesinden biri olan Ayasofya ve çevresinde zemin, yüzyillarin birikimi olan dolgularla onbes metre kadar yükselmis bulunmaktadir. Bunu anlamak için eski gravürlere balmak yeter. Bir eski gravürde, Sultanahmet Meydani'ndaki hiyeroglif yazili dikilitas. Meydanin dolup yükselmedigi zamanki haliyle görülmektedir. Bu tasin kaidesini olusturan kabartma heykellere bakmak için, resime göre insanin basini yukari kaldirmasi gerekir. Oysa bugün ayni kaide çukur içinde kalmistir ve ancak egilerek görebiliyoruz.














Hiç yorum yok: