5 Kasım 2008 Çarşamba

AYASOFYA EFSANELERİ










































Bizanslıların ve Türklerin en büyük mabedi olmuş Ayasofya hakkında inşa yıllarından başlayarak birçok efsaneler söylenmiştir.
Evliya Çelebi bu tılsımlardan bahsediyor.
Akşemseddin'in ilk tefsir dersini verdiği pencere, soğuk pencere ismiyle anılmaktadır. Bu pencereden esen serin rüzgarın ilahiyet tahsil edecek talebeye zihin açıklığı verdiği inancı beslenirdi.
Ayasofya'nın güney tarafındaki delhizlerde bulunan oyuk bir taş Hz. İsa'nın beşiği olarak gösterilmekte idi.
Kadınlar yeni doğmuş rahatsız çocuklarını bu beşiğe koysalar sıhhat bulacaklarına inanılmıştı.
Müslamanların inanışlarına göre Hızır, Ayasofya'da top kandilin altında namaz kılardı. 40 sabah aynı yende namaz kılanların Hızır'a rastlamaları mümkündü. Hızır genelllikle bir derviş kılığında görünürdü. Eğer o anda tanınır ve eline sarılırsa dilenilen şey olurdu.
Ayasofya'nın kubbesindeki 4 melek tasviri de birer tılsım sayılırdı.
Bunlardan biri de Cebrail sureti kanat takıp sayha vurursa (bağırsa) doğu semti ganimet olur derlerdi.
İsrafil sureti sayha vursa batıda kıtlığa dalalet eylerdi. Mikail seslense kuzey tarafında bir asi ortaya çıkardı.
Azrail seslense cemi alemde taun (veba) başgösterirdi diye itikad edilmişti.
Caminin 361 kapısı vardır. Ama yüzü büyük kapıdır ve cümlesi tılsımlıdır. Defalarca saysak bir kapı daha meydana çıkar, ona dahi nişan koysak görmediğimiz bir kapı zahir olur '(görünür) tuhaf hikmettir
Orta cümle kapısı üzerinde sarı piniç tabuta benzer bir uzun sanduka vardır. İçinde Kraliçe Sofya'nın naaşı mumya olarak defnolunmuştur.
Nice kimseler bu sandukaya dokunmaya cür'et ettiklerinde caminin içinde büyük bir deprem ve velvele peyda olduğundan vazgeçmeye mecbur kalmışlardır.
Bunun üstünde "amud-u sagirmlerin (küçük direklerin) takı üzere bir mermer kitabe içinde Kud-sü Şerif'in eski kıblesi tavsvir olunmuştur. İçi türlü cevherlerle süslenmiştir. Bu dahi tılsımdır. Kimse dokunmaya cesaret edemez.
Ayasofya mevcut 11 kuyudan biri bileziğinden ötürü Hz. İsa'ya izale edilmektedir. Yukarı mahfilin doğu tarafında mermere döşeme üzerinde yazılı bir taş vardır. Taşın üstünde 1205 Haziran'ın 1'inde ölen Ehlisalib reisi Hanri Dandalo ismi yazılıdır. Dandalo buraya gömülmüştü. Lahid içinde bulunan zırhı ve arması Fatih tarafından ressam Bellini'ye hediye olunmuştur.
Evliya Çelebi unutkanlık hastalığına tutunanların Ayasofya kubbesi ortasındaki altın top altında yedi kere sabah namazı kılıp dua etmeleri ve her vakitte yedişer siyah üzüm yemeleriyle dertlerinin iyileşeceğini yazmaktadır.
Ayasofya'nın geride cümle kapılarının batı tarafı nihayetindeki direklerden biri Terler Direk ismiyle anılmaktadır. Bu rutubetli sütun önünden asırlarca, binlerce insan geçmiş ve türlü dertlere şifa ümidiyle uzattıkları parmaklarıyla sütunda derin bir çukur bırakmışlardır.
Kıble kapısının kanatları Nuh Peyamber'in gemisinin tahtasından yapılmıştır diye efsane vardır. Tacirlerin, kaptanların o kapının önünde namaz kılıp ellerini kapının tahtasına sürmeleri ve Nuh peygamber ruhuna bir fatiha okuyup sefere çıkmaları uğurlu sayılırdı.
Yürek oynamasına ve nefes darlığına uğrayanların Ayasofya içindeki kuyunun suyundan sabah erkenden aç karnına üç kere içerlerse iyileşeceklerine inanılırdı.




AYASOFYA












Doğu Roma (Bizans) imparatoru Iustinianos'un iradesi ile, beş yıl gibi çok kısa bir süre içersinde inşa edildikten sonra 27 Aralık 537 günü kutsanarak açılışı yapılan Hagia Sophia Kilisesi, 2003 yılının 27 Aralık'ında 1466. yaşını tamamladı. "Kutsal Bilgelik"e ithaf edilen bu kilise, 916 yıl boyunca Bizans İmparatorluğu'nun prestij yapısı ve Ortodoks dünyasının merkezi olmuş, kısaca "Büyük Kilise" (Megale Ekklesia) olarak anılmış; 481 yıl boyunca İslam dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gözbebeği, sultanların "Büyük Cami"si (Cami-i Kebir) olarak kullanılmış; ve 69 yıldır da Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli 'müze-yapı'sı olarak dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin hayranlığını kazanmaya devam etmektedir. Ayasofya, her dönemde bu kenti ziyaret edenleri en fazla etkileyen şey olmuş insanları adeta büyülemiş, gerek Bizans döneminde, gerekse Türk döneminde benzer biçimde efsanelere konu olmuştur.Ayasofya, her şeyden önce boyutlarıyla ve mimari kuruluşuyla etkileyicidir. Gerçi Bizans'ın erken devirlerinde kapladığı alan bakımından Ayasofya'dan büyük bazilikal planlı kiliseler vardır, ancak bunlar üç nefe bölünmüş uzun bir salona benzerler; o günün dünyasında hiçbir bazilika Ayasofya'nın kubbesinin boyutunda bir kubbe ile örtülü değildi ve böylesine bütünlüklü bir iç mekâna sahip değildi. Daha büyük bir kubbe ise Roma kentinde, Pantheon'da vardı ama silindir biçimli çok kalın bir duvara oturan kubbe, sadece 'büyüktü. Ayasofya'nın dört büyük paye ile taşınan kubbesi, Pantheon'un kubbesinden daha küçük olsa da, yarım kubbeler, tonozlar ve kemerlerden oluşan sofistike bir sistem ile çok daha geniş bir alanı örtmekte, çok daha etkileyici bir iç mekân yaratmaktadır. Sürekli taşıyıcı olarak beden duvarına oturan bir kubbeyle karşılaştırıldığında da, yalnızca dört tek taşıyıcıya oturan bu boyutta bir kubbe, tasarım, teknik ve estetik anlamda bir devrim niteliğindedir. Ayasofya'da bir bazilika, kubbe ile örtülmüştür. Bu yeni bir düşünce değildir; Ayasofya'nın çağdaşı olan kubbeli bazilikalar Bizans dünyasında vardır ama bunlar boyut, teknik ve yarattıkları etki bakımından Ayasofya ile kıyaslanamaz. Kubbeli bazilikaların en büyük ve etkili olanlarından biri olan İstanbul Saraçhane'deki Polyeuktos Kilisesi'nde kubbe, doğrudan büyük bir bazilikanın ortasına oturtulmuştur ve iç mekânın üçte birini örtmektedir. Bu yapının, üzerine kubbe konulmuş bir bazilika olduğu hissedilir, çünkü kubbe iç mekânın tamamına egemen değildir. Ayasofya'nın kubbesi, orta nefin yarısını örtüyorsa da, iki yarım kubbe ile öyle bir tamamlanmıştır ki, yapının içine girildiğinde bütün iç mekâna egemen olan bir kubbe algılanır. Bazilika ise tamamen 'gizlenmiştir. Bu dahice mimari tasarım, yapıyı eşsiz ve etkileyici kılan unsurdur. "Gökyüzünde asılıymış gibi duran" kubbeden akan ışık selinin bütün duvarları kaplayan mozaik üzerindeki ışık oyunları, olağanüstü mimari kuruluş ile birlikte etkileyici bir atmosfer yaratmaktadır. Ayasofya'nın ziyaretçilerinde iz bırakan, efsaneleşen yanı, tek kubbenin altında bütünleşen, entellektüel bir mimari zekâ ile kurgulanmış çok geniş bir iç mekân ve onun büyüleyici atmosferi olmuştur.
Ama, Ayasofya etkileyici bir yapı olmanın ötesinde bir anlam taşır. Gerçekte bu anlam ve onu güçlendiren xetki', onu yaptıran imparatorun bilinçli bir seçimidir. Merkezi kubbe kavramının, Roma dünyası mimarlık ikonografisinde, imparatorluk ideolojisinin sembolü olarak kullanıldığı tekrarlanan bir gerçektir. Antik Roma'da Pantheon, bu ideolojik mesajı kitlelere ilan eden yapıydı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olan (Yeni Roma) Konstantinopolis'e de, -gerçek işlevinin ötesinde- Pantheon'un imparatorluk sembolizmini taşıyacak nitelikte bir yapı gerekliydi. Yine de Ayasofya salt böyle bir gereksinime yanıt veren, güçlü bir imparatorun yaptırdığı büyük bir yapı değildir. O, aynı zamanda "dünyanın yeni merkezini" de işaret etmektedir. Ayasofya'nın yapılması, Iustinianos'un bütün Akdeniz'i -ya da o günün bütün dünyasını- yeniden Roma İmparatorluğu altında birleştirme girişimi ile örtüşmektedir ve bu vizyonunun mimarlık alanındaki bir yankısıdır. Yapı, büyük bir iddianın somutlaşmasıdır; boyutlarının ötesinde biçimi de bu iddiaya göre şekillenmiştir. Yeni "Pax Romanum", bütün dünyayı sancağı altında bütünleştirmekle kalmayacak, tek din altında da toplayacaktır; çünkü o aynı zamanda bir Hıristiyan imparatorluğudur da. Tek Tanrı, tek din, tek imparatorluk ve tek imparator; yeni Pax Romanum'un dünyaya sunduğu formüldür. Bu düşünce, Ayasofya'nın görülmemiş büyüklükteki iç mekânını altında bütünleştiren kubbede cisimleşmekte, bu yapıya giren -hatta uzaktan, kent surları dışından gören- herkes tarafından en şiddetli biçimde duyumsanmakta, bir mesaj olarak herkese taşınmaktadır. Her döneminde yapıyı ziyaret edenlerin anlattıkları izlenimler, bunun en önemli kanıtını oluşturmaktadır.Ayasofya, bulunduğu kent ile bir bakıma özdeşleşmiştir. Bizans döneminde, bu büyük imparatorluk kilisesi, Hıristiyanlaşan Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) başkenti Konstantinopolis'i, hem imparatorluğun hem de Hıristiyan dünyasının merkezi olarak, bütün dünyaya ilan etmektedir. Aynı işlevi, kentin İslam döneminde de sürdürmüştür Ayasofya: İstanbul, İslam dünyasının ve onu yöneten Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezidir. Tekrarlanamaz ve aşılamaz olan bu yapı, bu gerçeğin tanrısal bir irade aracılığıyla tescilidir. Gerçekten de Ayasofya, hem Bizans kaynaklarında hem de Osmanlı kaynaklarında "tanrısal irade"nin tecellisi olarak algılanmıştır. GençTürkiye Cumhuriyeti ise yapının bu niteliklerini doğru olarak kavramış ve onu en uygun işlevle, bir müze olarak bütün insanlığın yararlanmasına açmıştır. Ayasofya'nın bulunduğu kentte yaşayanlar olarak kendimizi mutlu ve ayrıcalıklı hissediyoruz.




1453'te Türkler Istanbul'u fethedince, Fatih Sultan Mehmed'in ilk emirlerinden biri, acinacak sekilde harap ve bakimsiz birakilan Ayasofya'nin onarilmasi olmustur. Türklerin Ayasofya'yi nasil bulduklarini, sonra ne hale getirdiklerini, onu nasil koruduklarini asagida okuyacagiz. Fakat daha önce bu eserin nasil meydana getirdigini ve mimari özelliklerini anlatacagiz. Bu özellikleri anlatmadan önce sunu da belirtelim ki, dünyayin yadi harikasini tespit edildigi yillarda Ayasofya henüz yapilmamisti. Yapilmis olsaydi, bu yedi harikadan biri mutlaka Ayasofya olurdu.



ESKI MABEDLERIN SÜTUNLARI ISTANBUL'A GETIRILIYOR
Bugünkü Ayasofya'nin bulundugu alanda, ilk kilise 12 Mayis 360 yilinda yapilmisti. O zamanki Bizans'in en büyük mabedi olan bu yapi 44 yil sonra bir yangimla harap oldu. 415 yilinda onun yerine yapilan yeni kilise de 532 yilinda baska bir yanginla yok oldu. Iste bu ikinci yangindan sonra Imparator Justinianus, Hazreti Adem'den bu yana görülmemis ihtisamda, yanginlara, depremlere karsi koyabilecek, gelecek çaglara ulasabilecek saglamlikta bir eser yaptirmaya karar verdi. Justinianus bu büyük yapinin insaasina Aydinli Antonius ile Miletli Isodoros adli mimarlari memur etti. Mimarlar hemen ise koyuldular. Önce kilisenin yapilacagi alan iyice açildi. Bu maksatla orada bulunan saraylar, evler yikildi. Sonra, Imparatorlugun, harabe halinde bulunan eski mebedlerin, evlerin en güzel malzemeleri toplatilarak Istanbul'a getirildi. Mesela sekiz sütun Efes'teki Diana mebedinden alindi. Ayni sütunlar daha önce Efes'e Heliopolis'teki Günes mebedinden getirilmisti. Atina, Roma, Delf ve öteki mebedlerden de bazi sütunlar toplandi. Böylece, herbiri ayri bir mebede yücelik kazandirmis olan mermer sütunlar, simdi bir araya gelecek, en büyük mebedde bulusarak gelecek çaglara ulasacaklardi. Ayrica dünyayin en meshur mermer ocaklari de Ayasofya için çalistirilyordu. Prokonez beyaz mermerlerini, Egriboz adasi açik yesil mermerlerini, Karia'daki ocak beyaz-kirmizi mermerlerini, Misir meshur porfirlerini, Teselya ve Lakonya eski yesil mermerlerini, Siga damarli pembe taslarini istanbul'a yolladi.

EY SÜLEYMAN SENI ASTIM!
Bu çok degerli malzemeden essiz bir anit meydana getitmek mimarlar da en büyük güçle desteklenmeliydi ve desteklendi.Insaat araliksiz bes sene devam etti. Bu süre içinde hergün bin isçi çaliiti. Imparator sik sik çalismalari denetliyor, çalisanlari yüreklendiriyordu. Nihayet insaat bitince, 27 Aralik 537'de, büyük bir açilis töreni yapildi. Justinianus 14 atil çektigi tören arabasi ile Ayasofya!nin, o zaman Kram Kapisi denilen büyük kapisinin önüne gelince, büyük eseri gururlu seyrederken söyle dedi: ''Tanrim, sana sükürler olsun ki böyle essiz bir eserin basarisini bana lütfettin, beni buna layik gördün!'' Sonra heyecanla mihraba dogru atilarak söyle demekten de kendini alamadi: ''Ey Süleyman, bu eserle seni asmis, seni yenmis bulunuyorum!'' o zamana kadar en büyük mabedi yaptiranin kadar en büyük mabedi yaptiranin Hz. Süleyman oldugu kabul ediliyoudu.

AYASOFYA'NIN BOYUTLARI
Ayasofya'nin bina olarak kapladigi alan 77 metre uzunlukta ve 71ç70 metre genislikte bir yerdir. Bu alanda yükselen binanin çik genis bir avlusu vardi. Avlunun etrafinda revaklar, ortasinda ise auyu aslan agzindan akan bir çesme bulunuyordu. Mabede 9 büyük kapidan giriliyordu. Ayasofya'nin kubbesi 33 metre çapinda ve 55.60 m. Yüksekligindedir. Kubbenin kendi yüksekligi 81 metreyi bulur. Kubbe. Çok hafif tuglalardan, birbirine takip eden tabaklarla meydana getirilmistir. Kubbe kasnagi 40 pencerelidir. Bunlardan dördü kapali durur. Yapiyi 107 sütun ayakta tutar. Bunlarin 40 tanesi alt. 67'si de üst kisimdadir. Bina zemeninin altina genis sarniçlar yapilmis, bunlarin içine büyük fil ayaklari dikilmistir. Böylece yapiya, seglemlere karsi esneklik ve dayanliklilik verilmistir. Buna ragmenAyasofya Bizans devrinde birkaç defa depremden hasar gördü ve tamir edildi.

20 BIN KILO GÜMÜS
Ayasofya'nin ihtisami yaniz boyutlarinda degildir. Iç süslemeleri bakimindan da essiz bir eserdir. Daha dogrusu Haçli yikimina ugrayincaya kadar öyle idi. Daha sonra Türklerin onarimi ile ve bu defa Türk sanatinin inceligiyle, yine essiz bir anit oldu. Ayasofya'nin içi, Latinlerin isgalinden önce, mozaikler, renkli mermerler, fildisi levhalar, altin, gümüs ve diger kiymetli taslarla, agir islemeli kumaslarla süslüydü. Tavanlarinda altin zemin üzerinde dekoratif göbekler, rozetler, gümüs mozaikler vardi. Insan resmi tasiyan mozaikler de bulubuyordu. Halen yerinde duran büyük kapinin üzerindeki mozaik taht üzerinde oturan Meryem'i, kucagindaki çocuk ise Hz. Isa'yi temsil ediyor. Meryem'in sagindaki Imparator Konstantin Meryem'e Istanbul sehrini. Justinianus isa Ayasofya'yi sunarken görülüyor. Kubbenin altinda ve orta yerde duran, fildisinden yapilmis ve degerli taslarla süslenmis bir kürsü vardi. Mihrabin önünde de üzeri altin yaldizli gümüs bir bölme bulunuyordu. Gümüs kaplamalar ve mozaikler günün her saatinde bir baska yönden süzülen isikla piril piril olurdu. Tarihçiler Ayasofya'da bulunan gümüs kaplamalarin ve süslerin 20 bin kilo civarinda oldugunu yaziyorlar. O devirde Bizans'ta elçi olarak bulunan yabancilar, yeryüzünde böyle muhtesem ve isikli bir mabed olmadigini yazmislardi. Mesela Rus elçileri hükümdarlarina Ayasofya'yi söyle anlatmislardi: ''Acaba gökte miyiz? Diye düsündük, cünkü yeryüzünde böyle bir ihtisami insan tasavvur edemez. Gördüklerimizi size tarif etmekten aciziz.'' Istanbul'u isgal eden Haçlilar ordusunda bulunan Robert de Clari ise gördüklerini söyle anlatiyordu: ''Bu mabedin bütün kapilarin kilit ve sürgüleri som gümüsten idi. Paha biçilemeyecek degerde olan mihrabin üzerinde ondört ayak uzunlugunda som altindan bir ayin masasi vardi ve bunun üzeri degerli taslarla süslüydü. Mihrabin etrafindaki sütunlar da gümüstendi. Kilisedeki on kadar avizenin herbiri insan kolundan kalin gümüs zincirlerle asiliydi…''

ÖRÜMCEKLER AG KURMUS
Türkler Istanbul'u aldiklari zaman Ayasofya'yi çiril çiplak buldular. Anlatilmakla bitmeyen güzel mozaiklerinin çogu; altin. Gümüs ve degerli taslarla süslü olan her seyi, Haçlilar tarafindan yagma edilmisti. Mabed bakimsizdi. Bu durumu, onu fetih gününde gören Dursun Bey söyle anlatiyor: ''Onun rahnesine tas koyacak bir mimar kalmamis, mamur olarak sedece bir kubbesi kalmis.. Padisah-i Cihan bu binayi harab ve yebab (yikik) görünce, ahir harap olmasin deyüp tamirini ve bakimini emretti. Sonra'da, su beyti söylemekten kendini alamadi: Perdedari miküned der taki kisra ankebut Bum nevbet mizenet der kale-i Efrasiyab.. (Kisra'nin takina örümcekler ag kurmus, perdedarlik yapiyor, Kayserin kalesinde ise baykus nöbet tutuyor) Fatih Sultan Mehmed'in emriyle camiye çevrilen eser, bu suretle gelecek yüzyillara yikilmadan, ihtisamini arttirarak ulasma sansina kavusmus oluyordu. Kilise camiye çevrilince. Resimlerden bazilari ve haçlar. Bozulmayacak sekilde badana ile örtüldü. Diger süslere ve melek resimlerine hiç dokunulmadi. Mebedin güneydogu tarafi görülen lüzum üzerine iki payanda ile takviye edildi. Bu köseye tugladan bir minare ve camiye bir medrese ilave olunda. Ikinci minareyi II. Beyazid yaptirdi.

KOCA SINAN DA ONARIYOR.
Kanuni Süleyman devrinde yikilma tehlikmesi gösteren bina, Kanuni'nin emriyle ve dahi mimar Koca Sinan'in maharetiyle destek duvarlara kuvvetlendirildi. Koca Sinan Ayasofya'ya iki minare daha ekledi. Caminin yaninda II. Selim için de bir türbe yapildi. Sokollu Mehmet Pasa kubbeye büyük bir alem koydurdu. Caminin içini Türk eserleriyle en çok süsleyen hükümdarlardan biri III. Murat'dir. Bergama'dan getirtilen ve helenistik devirde kalma iki büyük mermer küpü camiye koyduran da odur. Bu küplerin her biri 1250 litre su almaktadir.IV. Murat'in yaptirdigi mermer mahfiller. Minber ve tas kütsü bir sanat harikasidir. Yine bu hükümdar mebedin duvarlarina ve bos kalan yerlere Biçakçizade Mustafa Çelebi'nin n'fis hatti ile ayetler yazdirdi. Bugün büyük kubbede asili duran kandili ise III. Ahmet yaptirdi.

AYASOFYA MÜZE OLUYOR
Padisahlar arasinda Ayasofya'yi Türk eserleriyle en çok süsleyen hükümdar I. Mahmut'tur. I. Mahmut'un cami için yaptirdigi çok güzel bir kütüphane vardir ki devrin saheseri sayilir. Bu kütüphanede 7 binden fazla el yazmasi ve basma kitap bulunmaktadir. Kütüphane duvarlarini da çoik güzel Türk çinileri süslemektedir. Türklerin gösterdigi ihtimamla Ayasofya korunmus, güzellestirilmis, saglamlastirilmistir. 918 yil kilise, 482 yil cami olarak kullanildiktan sonra, 1 Subat 1935 tarihinde müze haline getirilen Ayasofya'yi bugün ziyaretçiler hayranlikla seyredebiliyorsa, bu, Türklerin bu sanat harikasina sahip olarak onu korumalari sayesindedir. Ayasofya'nin ve civarindaki eserlerin yüzlerce yil önce bugünkünden çok daha heybetli göründüklerini de söylemeliyiz. Çünkü, eskiden Istanbul'un yedi tepesinden biri olan Ayasofya ve çevresinde zemin, yüzyillarin birikimi olan dolgularla onbes metre kadar yükselmis bulunmaktadir. Bunu anlamak için eski gravürlere balmak yeter. Bir eski gravürde, Sultanahmet Meydani'ndaki hiyeroglif yazili dikilitas. Meydanin dolup yükselmedigi zamanki haliyle görülmektedir. Bu tasin kaidesini olusturan kabartma heykellere bakmak için, resime göre insanin basini yukari kaldirmasi gerekir. Oysa bugün ayni kaide çukur içinde kalmistir ve ancak egilerek görebiliyoruz.














Kader Beyaz Kagıda Yazılmıs Yazı , Elindeyse Kazı Beyazdan Beyazı

Kader Beyaz Kagıda Yazılmıs Yazı , Elindeyse Kazı Beyazdan Beyazı

İSTANBUL


AĞLADI İSTANBUL Arıyor İstanbul eski günleri Geceler kahroldu çöktü İstanbul Ellerini açmış minareleri İçini Allah’a döktü İstanbul Ağladı boynunu büktü İstanbul Bizi yüreğinden söktü İstanbul
Ah İstanbul ah! Bilirim matemlisin, bilirim yaslısın Bilirim kızgınsın bize Bilmem ki arınır mıyız bu günahtan Döksen bizi Marmara’ya Karadeniz’e Ne bunca imparatorluklar Ne de muharebeler yordu seni Korundun düşmandan yıllarca Lakin dost bildiğin, can bildiğin vurdu seni Ah İstanbul ah! Yüzüne bakacak yüzümüz kalmadı Bırak bari ismini doya doya analım Bundan böyle sen bize yan, Biz de sana yanalım…Toprağın altından yükselir figan Bakamaz üstüne yer hicabından Bağrına bastığı vurdu sırtından Matem bayrağını çekti İstanbul Ağladı boynunu büktü İstanbul Bizi yüreğinden söktü İstanbul

NUH'UN GEMİSİ FOTOLARI 6


NUH'UN GEMİSİ 5


NUH'UN GEMİSİ 4


NUH'UN GEMİSİ FOTOLARI 4


NUH'HUN GEMİSİ FOTOLARI 3


Kuran`da geçen bazı isimler, sonradan adlandırıldığı gibi, bazı sıfatlar da zamanla insanlar tarafından isimleştirilmişlerdir. Bu Kuran`ın bazen anlattığının dışına çıktığından ve gerçeği yansıtmadığından çeşitli yanılgılara sebep olabilir.Geçenlerde bir gazete haberini okuyunca yine aklıma geldi. Haberde şöyle diyordu; turizm bakanlığına Cudi dağında, Nuh`un gemisi için araştırma izni istendi. Türkiye`de insanlar, Kuran çevirilerinde çoğunlukla okudukları, Hud suresi 44 te geçen Cudi kelimesi, aslında yüksek tepe anlamındadır. Zaman içinde ülkemizde bulunan bir dağa Cudi adı verilmiş ve sanki bu Kuran`da geçen yerdir diye akıllara kazınmıştır. Böyle olunca Nuh`un gemisininde ülkemizde olduğu zannedilmektedir. Kuran`da buna benzer birkaç kavram daha vardır. Örneğin Saffat suresinde anlatılan kıssada 37/142 bahsedilen ve Yunus peygamberi yuttuğu söylenen bir balık vardır. Bu balığın ismi Allah tarafından verilmemişken, bizlere nedense bunun Yunus balığı olduğu söylenir. Bu surede anlatılan balığın çok büyük olduğu ve H.z Yunus`un bir süre bu balığın içinde yaşadığı 144.ayette söylenmiştir, sonuç itibarıyle Allah`ın söylediği özelliklere bizim yunus balığı diye adlandırdığımız balıklar sahip değildir. Bu yüzden bu balık büyük bir ihtimalle bizim sonradan isimlendirdiğimiz yunus balığı değil de başka bir balık türüdür.
Aynı şekilde herkesin işte cehennem bitkisi dedikleri zakkum ağacı da, sonradan bizlerin beğenmeyip de olsa olsa cehennemdeki ağaç budur deyip ismini zakkum ağacı koyduğumuz ağaçla Allah`ın cehennemde olduğunu söylediği zakkum ağacı bir değildir. Allah bu ağacın çok yüksek ateşte bile canlı kaldığını söylediğine göre o ağaç bizim bildiğimiz hiç bir ağaç değildir, Allah insanların anlaması için bir teşbih yapmıştır.
Kuran`da geçen bunun gibi bazı sıfatlar ve isimler insanlar tarafından sonradan isimlendirilmiş nesneler olmasına rağmen Kuran meallerinde sanki onlarmış gibi gösterilmekte ve insanlar hataya düşmektedir, Kuran meali ile ilgilenenlerin bu hataya düşmemelerini dilerim.

NUH'UN GEMİSİ FOTOLARI 2


NUHuN GEMİSİ FOTOLARI 1


NUH'UN GEMİSİ 1



NUH'UN GEMİSİ


Ağrı dağı ve çevresindeki bilinmezliklerle dolu bir olaylar dizisi başladı ve sürdü gitti. Bunların içinden biri, son derece ilginçtir ve ancak aradan 70 yıl gibi hayli uzun bir süre geçtikten sonra bir anlam çıkarılacak biçimde birleştirilerek başı ile sonu ortaya çıkarılmıştır. Bu hikayeyi Louisianalı (ABD) rahip Harold Williams'ın ağzından ayrıntıları ile dinleyelim:
"...1950 yılıydı. Ağrı'daki manastıra vardığımda yaşlı Hachian'ı bir kan gölü içinde yatar buldum. Tıbba karşı aşinalığım olduğundan ona hemen ilk tedaviyi yaptım, sonra da alıp kendi bulunduğum yere götürdüm. O sıralarda 'Union College'deydim. Adama baktık el birliğiyle, iyileştirdik ve birkaç ay bizimle kaldı. Derlenip toparlanınca bize başına gelenleri anlattı. Üç 'ateist' gelmişler, Nuh'un gemisini aradıklarını söylemişler. Kendilerini tanıtırken 'bağnaz Hıristiyanız' demişler, çevreyi buna inandırmışlar. Herkes kanmış onlara. Onlar da kılavuz olarak bu Hachian'ın babasını tutmuşlar, babası da Hachian'ı yanına yardımcı diye almış. Sözde 'inanmış' Hıristiyanlarla bir arada yollara düşmüşler; gide gide Nuh'un gemisinin yanına varmışlar.
"Geminin içine girince, bu üç dinsiz korkunç bir öfkeye kapılarak ellerindeki baltalarla geminin her yanını parçalamaya koyulmuşlar. Ama başaramamışlar, çünkü zamanla tahtalar kayalaşmış, taş kesilmiş hepsi. Bunların asıl amaçları, orada öyle bir kalıntı olmadığını ortaya koymakmış. Bulunca da yoketmeye kalkışmışlar.
"Becerememiş, üstesinden gelememişler. O kızgınlıkla bu kez kılavuzların canlarına kıymak istemişler. Ama içlerinden birinin aklı başına gelmiş; "Ne yapıyorsunuz, sonra dönüş yolunu nasıl buluruz onlar olmadan?" demiş, engellemiş, vazgeçirmiş. Hepsi bileklerini kesip kan kardeşi olmuşlar ve olanı biteni kimselere anlatmayacaklarına dair ant vermişler. Hachian'la babasına, dikkatlerinin üzerinde olacağını, en küçük bir sır vermeleri durumunda gözlerinin yaşına bakmaksızın öldüreceklerini söylemişler. Bu nedenle baba oğul bu sırrı yaşamlarının sonuna kadar saklayacaklardı."
"Gelişmelere bakılırsa, bir süre sonrasında bir İngiliz de aynı olayı anlatmış."
"Doğru! O sıralarda biz Bronston-Massachussetts'de oturuyorduk. Ben lisede öğretmenlik yapıyordum. Bir sabah eşim bir gazete getirdi. Gazetede yayınlanmış bir haber vardı; küçük, kenar köşeye sıkışmış bir habercik işte... Ölüm döşeğindeki bir İngilizin son soluğunda vicdanını rahatlatmak istediğini yazıyordu. O İngiliz'in anlattığı hikaye de benim yıllar önce Hachian'dan dinlediğim hikayenin eşiydi."
"Siz, acaba Hachian'dan duyduğunuz o hikayeyi bir başka kişiye anlatmış mıydınız?"
"Hayır anlatamadım. O İngiliz'in bunları ne duymuş, ne de bir başkasından öğrenmiş olması mümkündü!"
1876 yılında Sir James Brice adında saygın bir devlet adamı, gezgin ve yazar, Ağrı dağından ilk kez bir kanıtla dönüyordu. Kanıtın bilim dünyasını yerinden oynatacağına inanıyordu Sir James. Ağrı doruklarında elle yontulmuş ya da işlenmiş bir tahta bulmuştu. Çevreyle bir ilişkisi olamazdı, çünkü Ağrı ağaçsız ve yoz bir dağdı. Tahta parçası uluslararası ölçülerle 4 fit boyunda, 5 inç kalınlığındaydı ve yer yer taş kesilmişti adeta.
Gazeteler olayı büyük bir coşkuyla karşıladılar. Sir James ve kanıtı hemen başlıklara çıktı. Fakat bilim çevreleri olaya hem kuşkuyla, hem de küçümseyerek baktılar. Çoğu, daha önceki dediklerinden sapma göstermeye yanaşmadı.
Benzer tepki, 1883 yılında bir Türk yetkili kurulunun verdiği rapora karşı da gösterildi. Türklerin raporunda gemi'nin iyi korunmuş olduğu da özellikle belirtiliyordu.
İlgisizlik ve nedensiz karşı çıkışlar Türk yetkililerini çabuk gücendirdi ve onlar da bir ikinci araştırma grubu göndermeyi düşünmüşlerken bundan vazgeçtiler, olayın üstünde durmadılar artık.
Prens John Joseph Nourey, aradan dört yıl geçmişti ki, ansızın ortaya çıktı ve Ağrı dağına kendi başına bir sefer düzenleyeceğini açıkladı. Prens hem ünlü bir gezgin, hem de enikonu varlıklı bir kişiydi. Ayrıca çekici bir kişiliği olan bir Başpiskopos'tu da.
Kalktı, Türkiye'ye geldi, hızlı bir yolculuk sonunda Ağrı'ya vardı, 1887 yılının güzel bir gününde tırmanmaya başladı doruğa doğru. 25 Nisan 1887 günü, Prens, yıllardır düşünü kurduğu amacına ulaştı ve... Nuh'un gemisini karşısında buldu.
Dönüşünde anlatıyordu; Gemi, buzlar arasına sıkışıp kalmıştı ve yapısı, genelde kara ve koyu renkli tahtalardan yapılmıştı. Anlattıkları, 1883 yılında Türk gazetelerinde çıkan uzun haber-yazıya tıpa tıp uyuyordu da.
Prens, yeniden Ağrı'ya dönmek, daha kapsamlı bir keşif seferine girişmek istiyordu. Amacı gemiyi alıp Chicago Sergisi'ne getirmekti. 1893 yılında bu kentte görkemli bir Dünya Fuarı açılacaktı.
Bütün çabalarına ve saygın kişiliğine karşılık, Prenscik Ağrı'ya ikinci bir sefer için kendisine mali bir destek bulamadı ve günlerden bir gün yakalandığı soğukalgınlığı, zatürreye çevirdi, tedavi fayda etmedi ve Prens, Ağrı dağı sırrıyla ölüverdi.
Onu izleyen keşif, 1902 yılında gerçekleşti. Ermeni kökenli çiftçi Yorgo Agopyan'ın anlattığına göre, çocukluğu sırasında amcası onu almış, Nuh'un gemisine götürmüştü, çok iyi anımsıyordu bunu.
Agopyanın dedikleri hemen yeni bir heyecan dalgası yarattı. Anımsadıklarını tek tek ressam Alfred Lee kağıda döktü. Sonradan Lee olayı şöyle anlatacaktır:
"Agopyan'la ilk karşılaştığımızda o 72 yaşındaydı. Nuh'un gemisini gördüğü sıralarda Türkiye'de yaşıyormuş, daha göçmemişmiş. Van gölü kıyısında bir yerde doğmuş. Amcasıyla birlikte her yaz keçi ve koyun sürülerini Ağrı dağına götürüp orada yayarlarmış. Yerel halk böyle yaparmış. Yazlar kurak ve sıcak geçtiğinden yöre halkı hayvanlarıyla bir olur, yaylalara çıkarlarmış.
"Geminin yanına varmışlar nasıl varmışlarsa. Amcası denklerini, çantalarını yere atmış; amca-yeğen geminin yanına buldukları taşları yığmaya başlamışlar. Amcası, "sen gemiye çıkacaksın" demiş. "Kenarda bir yere tutun, yukarı çek kendini, tamam mı?" demiş.
"Agopyan gemiye çıkmış, güvertesinde durup çevresine bakmış. Uzun, çok uzun bir gemiymiş bu. Tavanında kocaman bir delik varmış ayrıca. İçine bakmış, ama karanlıktan başka bir şey görememiş.
"Küçük Agopyan gemiden ayrılırken kopardığı bir tahta parçasını da yanına almayı eksik etmemiş. Bunda çivi delikleri falan yokmuş. Geminin tamamı taşlaşmış tahtadan yapılmış gibiymiş. Anımsadığı kadarıyla geminin tavanı da dümdüzmüş. Yalnız bir çıkıntılı kısım boydan boya, yanları delikli olarak uzanıyormuş. Bunlar hava delikleriydi sanıyorum. Küçük Agopyan geminin üstünde uzun süre kalmaktan nedense korkmuş, ineyim diye tutturmuş, amcası yardım etmiş, inmiş.
"Uzun uzun anlattı bana gemiyi. Notlar aldım, sesini teybe kaydettim, dinledim; karalamalar yaptım. Sonunda yaptığım resmi götürdüm ona, baktı, baktı. 'Evet' dedi. 'Olmuş, tıpkı benim çocukluğumda amcamla bulduğumuz Nuh'un gemisi işte!"

Nuh'un gemisinin Ağrı dağında görülmesiyle ilgili bundan sonraki rapor 1916 yılında geldi. İki Rus pilotu, Ağrı dağı üzerinde keşif uçuşu yaparken gemiyi gördüklerini rapor edip bildirdiler.
Gemi, dağın doruğundaki buzların arasındaydı. Garip bir biçimi vardı ve üstü yuvarlatılmış göründüğünden üzerinde ayrıca uzun, köprü gibi bir çıkıntı da ortaya çıkmıştı. Çıkıntı uzun, enli ve yassıydı. Rapor Çar'a yollandı. Çar hemen ilgilendi ve iki özel araştırma grubu gönderilmesini buyurdu.
Grup, raporda belirtilen yere iki hafta süren yorucu ve zorlu bir tırmanmayla ancak varabildi. Orada sağlıklı ölçüler aldılar, planlar çizdiler, hatta fotoğraf bile çektiler. Geminin içi odalardan geçilmiyordu, sayıları yüzden fazlaydı; bazıları küçük, bazıları büyük ve genişti. Keresteden kirişlerle tutturulmuşlardı. Kafesler de vardı ayrıca.
Yeni düzenlenen rapor da Moskova'ya gönderildi, fakat tam o günlerdeydi, Rusya'da devrim oldu, Çarlık yıkıldı ve Nuh'un gemisi ile ilgili birinci rapor da, ikinci rapor da diğer kayıtlarla beraber yok olup gitti.
Doktor John W. Montgomery, Rus pilotların hikayesiyle nicedir çok yakından ilgileniyordu. Kendisine sorulduğunda şunları anlattı;
"Rus keşif seferi, Nuh'un gemisiyle ilgili en ciddi sonuçları ortaya çıkaran seferlerin başlıcasıdır bence. Grubun başkanlığını Albay Aleksiy Korev yapıyordu. Sefere katılmış, gemiyi gözleriyle görmüş askerleri de tanıyordu yakından. Albay Korev, pilot teğmen Lujanski'nin de yeminli ifadesini almıştı. Teğmen Lujanski, arkeolojiye ilgi duyan bir kişiydi. Ben, Albay Korev'le ölümünden bir yıl önce California'da tanışmıştım, görüştüm. Devrimden sonra ülkesinden kaçmış. Amerika'ya gelip yerleşmişti. Anlattıklarının bir düş ürünü olmadığından eminim."
Rusların gözlemledikleri ve raporlarına geçirdikleri olay, 1902 yılının Agopyan'ın anlattığı hikayeye de pek aykırı düşmemektedir.
Agopyan'ın anlattıklarıyla kutsal kitaplarda aktarılanları birleştirince ortaya çıkan geminin boyutları (Tanrı buyruğunca) 300 kübit boyunda, 50 kübit eninde ve 30 kübit yüksekliğinde olacaktı. Kübit, eski çağlarda bir erkeğin dirseğinden parmak ucuna kadar olan uzunluğu simgelemekteydi. Bu ölçülere göre, gemi, upuzun, dikdörtgen bir kutuya benzemektedir. Ama 20 basket alanından daha büyük bir kutudur bu. Hiç bir çağda insanoğlu böylesi büyük bir ahşap gemi yapmamış, yapmayı da düşünmemiştir.
Gemi yapımcıları, geminin boyunun enine oranının 6/1 olduğunu hesaplamış, bunun yavaş seyreden bir gemi olması gerektiğini, buna karşılık batmazlığının güvencede olduğunu da özellikle belirtmişlerdir. Yüzyılın başlarında inşa edilen "Oregon" adlı Amerikan savaş gemisi bu oranlara uygun yapılmıştır.
Doktor Henry Morris, Nuh'un gemisi üstünde uzun süreler çalışmalar yapmış bir mühendistir de.
"Geminin dizaynı üzerinde yaptığınız çalışmalara göre, dengesi ve denize olan dayanıklığı bakımından Nuh'un gemisi için dengeli idi diyebilir misiniz?"
"Hidrolik güçler dikkate alındığında Nuh'un gemisinin çok 'istikrarlı' bir gemi olduğu ortaya çıkıyor. Tabii gravitasyonel güç, safra gücü, dalga gücü vb. gibi benzerleri arasındaki bir denge ele alınıp hesaplanırsa, 0 ile 90 derece arasındaki eğimlerden, eğilmelerden bir zarar görmeksizin yüzeceği de anlaşılır. Alabora olması tehlikesine gelince... Bu, hemen hemen olanak dışıdır.

ANİ (KİLİSELERİ)


TİGRAN HONENTSAZİZ KRİKOR KİLİSESİ Tarihçe"664 (M.S. 1215) yılında, Tanrı'nın lütfuyla, Ani şehrinin beyi güçlü ve muktedir Zakaria iken... ben, Tanrı'nın kulu, Honents ailesinden Sulem Smbatorents'in oğlu Tigran, efendilerimin ve çocuklarının uzun ömürlerine, kayalıkların kenarında ve çalılıktan geçilmeyen bu yerde, Aziz Krikor'a adadığım bu manastırı yaptırdım, ve onu sahiplerinden helal servetimle satın aldım ve büyük zahmet ve masraf ile ona her yandan savunma sağladım. Bu kiliseyi Aziz Krikor Lusavoriç adına yaptırdım ve onu birçok süs ile güzelleştirdim..." - Kilisenin doğu cephesindeki yazıtAlıntı alının yukarıdaki yazıttan anlaşılana göre kilise, Tigran Honents adında zengin bir tüccar tarafından yaptırılmıştır ve 1215 yılında bitirilmiştir.O dönemde Ani, Gürcü himayesi altındadır ve bu kilise, Gürcü Ortodoks Kilisesi'ne vakfedilmiştir (ve fresklerin Gürcü sanatkarları tarafından yapıldığı sanılır).Yapının İncelemesiDıştan, kubbeli dikdörtgen tasarım, Katedral'i andırır, fakat daha küçük bir ölçüttedir. İç planı farklıdır ve Ortaçağın bu geç döneminin diğer kiliselerininkiyle benzeşir. Kimi zaman "kubbeli hol" olarak adlanan tiptendir - üç bölmeye ayrılmış tek sahın, orta bölmenin üzerinde kubbe vardır. Kilisenin (özellikle içinde ve kubbenin üzerindeki dikçe sivrilen konik çatıda görülen) artırılmış dikey orantıları da bu döneme özgüdür.Kör kemer dizisi, kilisenin dört yanından dolanır. Sarmaşık bitkilerin arasından beliren gerçek veyahut hayali hayvanları betimleyen gösterişli oymalar sıra kemerlerin arasındaki kemer üstü dolgularını süsler. Bunlar, binanın tamamını saran bir süslü bant oluşturur. Benzeri kemer sırası ve bant, alnın etrafında da vardır. Bandın üzerinde bir bant daha vardır, bu da geometrik kabartmalı-oymalı işlidir (ki bu da gene 13üncü yüzyıl kiliselerine hastır).Kilisenin önünde, şimdi bayağı harap durumda, daha sonra ilave edilmiş bir narteks durur. İki taraftan açıkmış ve kuzey kenarında bir şapeli varmış. Bunun kemerli açıklıkları, keskince oyulmuş zikzak silmeyle vurgulanmıştır ve zamanının Müslüman yapılarınınkine benzer sütun başlıklarına oturtulmuştur.Bu narteksin içi (kilisenin yüzü dahil olmak üzere), fresklerle kaplıymış; bu da Ani'nin daha eski yapılarının katı sadeliklerine zıt kaçan bir teşhirciliktir ve şehrin 13üncü yüzyıl istikrarsız ekonomik ve siyasi durumu göz önünde bulundurulduğunda pek de münasip değildir. Tigran Honents, genellikle ticaretle uğraşarak büyük servetler toplayan ve kendilerini "baron" ilan eden birçok varlıklı tüccar ailelerden birinin üyesiymiş. Varlıklı olmalarına rağmen, sonunda kendi konumlarını da Ani'ninkini de koruyabilecek yeterli siyasi ve hiçbir askeri güçleri olmamıştır.Fresklerİç mekanın tamamı, kiliseyle aynı yaşıt fresklerle kaplıdır. İki ana konu vardır - Hazreti İsa'nın Hayatı ve kilisenin adandığı Krikor Lusavoriç'in Hayatı (Saint Gregory the Illuminator). Kubbe, altında Azize Meryem ile On İki Havarinin bulundurulduğu, dört melek tarafından taşınan İsa büstü ile İsa'nın Göğe Yükselişi'nin hasar görmüş tasvirini barındırır.Kilisenin doğu yarısı, aralarında Cebrail'in Hazreti Meryem'e Haber Verişi ("Annunciation"), İsa'nın Doğumu, İsa'nın Kudüs'e Girişi, Aziz Lazarus'un Dirilme Mucizesi, vb. sahnelerinin de bulunduğu, İsa'nın hayatından sahnelerle donatılmıştır.Apsisin yarım kubbesinde, İsa'nın figürü vardır. Bunun altında İsa ve Havariler, Aşai Rabbani ("Communion") sahnesinde resmedilmiştir. Bunun da altında, yakın geçmişte badana ile mahvedilmiş bir sıra kilise büyükleri veyahut peygamber resimleri varmış.Kilisenin batı odası, Krikor Lusavoriç'in hayatından 16 sahne sunar. Aziz Krikor'un Trdat tarafından yargılanması; zindan dahil, ona çektirilen işkenceler; Hripsime'nin ehit edilmesi; Kral Trdat ve Gürcistan, Abhazya, ve Albanya krallarının vaftiz edilmesi; vs. de bunların arasında yer alır.Apsisin güneyindeki apelin kapısının üzerinde, zamanının dokumacılığına fikir verecek bir desen olarak, madalyonlar içinde mahfuz dört ejderha gösteren sıra dışı bir aynalık vardır.Daha önce de anlatıldığı gibi, nartekste de freskler varmış. Bunlar, artık mahvolmuştur veyahut aşınmayla zarar görmüştür. Kilisenin duvarında, girişin üstünde ve sağında, İsa'nın çarmıha gerilişi resmedilmiştir. Azize Meryem'in yası öbür taraftadır.Narteksin kuzey duvarında artık epey solmuş, İshak, Yakup ve İbrahim peygamberlin, Hazreti Meryem, Adem ve Cennet Kapısı'nı bekleyen dört şekilli ("tetramorph") yaratığın gösterildiği Cennet resmi vardır. Kemerlerin altlarında da aziz veya peygamber figürleri vardır.

ANİ (KİLİSELERİ)


TİGRAN HONENTSAZİZ KRİKOR KİLİSESİ Tarihçe"664 (M.S. 1215) yılında, Tanrı'nın lütfuyla, Ani şehrinin beyi güçlü ve muktedir Zakaria iken... ben, Tanrı'nın kulu, Honents ailesinden Sulem Smbatorents'in oğlu Tigran, efendilerimin ve çocuklarının uzun ömürlerine, kayalıkların kenarında ve çalılıktan geçilmeyen bu yerde, Aziz Krikor'a adadığım bu manastırı yaptırdım, ve onu sahiplerinden helal servetimle satın aldım ve büyük zahmet ve masraf ile ona her yandan savunma sağladım. Bu kiliseyi Aziz Krikor Lusavoriç adına yaptırdım ve onu birçok süs ile güzelleştirdim..." - Kilisenin doğu cephesindeki yazıtAlıntı alının yukarıdaki yazıttan anlaşılana göre kilise, Tigran Honents adında zengin bir tüccar tarafından yaptırılmıştır ve 1215 yılında bitirilmiştir.O dönemde Ani, Gürcü himayesi altındadır ve bu kilise, Gürcü Ortodoks Kilisesi'ne vakfedilmiştir (ve fresklerin Gürcü sanatkarları tarafından yapıldığı sanılır).Yapının İncelemesiDıştan, kubbeli dikdörtgen tasarım, Katedral'i andırır, fakat daha küçük bir ölçüttedir. İç planı farklıdır ve Ortaçağın bu geç döneminin diğer kiliselerininkiyle benzeşir. Kimi zaman "kubbeli hol" olarak adlanan tiptendir - üç bölmeye ayrılmış tek sahın, orta bölmenin üzerinde kubbe vardır. Kilisenin (özellikle içinde ve kubbenin üzerindeki dikçe sivrilen konik çatıda görülen) artırılmış dikey orantıları da bu döneme özgüdür.Kör kemer dizisi, kilisenin dört yanından dolanır. Sarmaşık bitkilerin arasından beliren gerçek veyahut hayali hayvanları betimleyen gösterişli oymalar sıra kemerlerin arasındaki kemer üstü dolgularını süsler. Bunlar, binanın tamamını saran bir süslü bant oluşturur. Benzeri kemer sırası ve bant, alnın etrafında da vardır. Bandın üzerinde bir bant daha vardır, bu da geometrik kabartmalı-oymalı işlidir (ki bu da gene 13üncü yüzyıl kiliselerine hastır).Kilisenin önünde, şimdi bayağı harap durumda, daha sonra ilave edilmiş bir narteks durur. İki taraftan açıkmış ve kuzey kenarında bir şapeli varmış. Bunun kemerli açıklıkları, keskince oyulmuş zikzak silmeyle vurgulanmıştır ve zamanının Müslüman yapılarınınkine benzer sütun başlıklarına oturtulmuştur.Bu narteksin içi (kilisenin yüzü dahil olmak üzere), fresklerle kaplıymış; bu da Ani'nin daha eski yapılarının katı sadeliklerine zıt kaçan bir teşhirciliktir ve şehrin 13üncü yüzyıl istikrarsız ekonomik ve siyasi durumu göz önünde bulundurulduğunda pek de münasip değildir. Tigran Honents, genellikle ticaretle uğraşarak büyük servetler toplayan ve kendilerini "baron" ilan eden birçok varlıklı tüccar ailelerden birinin üyesiymiş. Varlıklı olmalarına rağmen, sonunda kendi konumlarını da Ani'ninkini de koruyabilecek yeterli siyasi ve hiçbir askeri güçleri olmamıştır.Fresklerİç mekanın tamamı, kiliseyle aynı yaşıt fresklerle kaplıdır. İki ana konu vardır - Hazreti İsa'nın Hayatı ve kilisenin adandığı Krikor Lusavoriç'in Hayatı (Saint Gregory the Illuminator). Kubbe, altında Azize Meryem ile On İki Havarinin bulundurulduğu, dört melek tarafından taşınan İsa büstü ile İsa'nın Göğe Yükselişi'nin hasar görmüş tasvirini barındırır.Kilisenin doğu yarısı, aralarında Cebrail'in Hazreti Meryem'e Haber Verişi ("Annunciation"), İsa'nın Doğumu, İsa'nın Kudüs'e Girişi, Aziz Lazarus'un Dirilme Mucizesi, vb. sahnelerinin de bulunduğu, İsa'nın hayatından sahnelerle donatılmıştır.Apsisin yarım kubbesinde, İsa'nın figürü vardır. Bunun altında İsa ve Havariler, Aşai Rabbani ("Communion") sahnesinde resmedilmiştir. Bunun da altında, yakın geçmişte badana ile mahvedilmiş bir sıra kilise büyükleri veyahut peygamber resimleri varmış.Kilisenin batı odası, Krikor Lusavoriç'in hayatından 16 sahne sunar. Aziz Krikor'un Trdat tarafından yargılanması; zindan dahil, ona çektirilen işkenceler; Hripsime'nin ehit edilmesi; Kral Trdat ve Gürcistan, Abhazya, ve Albanya krallarının vaftiz edilmesi; vs. de bunların arasında yer alır.Apsisin güneyindeki apelin kapısının üzerinde, zamanının dokumacılığına fikir verecek bir desen olarak, madalyonlar içinde mahfuz dört ejderha gösteren sıra dışı bir aynalık vardır.Daha önce de anlatıldığı gibi, nartekste de freskler varmış. Bunlar, artık mahvolmuştur veyahut aşınmayla zarar görmüştür. Kilisenin duvarında, girişin üstünde ve sağında, İsa'nın çarmıha gerilişi resmedilmiştir. Azize Meryem'in yası öbür taraftadır.Narteksin kuzey duvarında artık epey solmuş, İshak, Yakup ve İbrahim peygamberlin, Hazreti Meryem, Adem ve Cennet Kapısı'nı bekleyen dört şekilli ("tetramorph") yaratığın gösterildiği Cennet resmi vardır. Kemerlerin altlarında da aziz veya peygamber figürleri vardır.

ANİ (KIZ KALESİ)


KIZ KALESİ Tarif"Buraya varmak, şehir surlarından yaklaşık iki saatlik yürüyüş demektir, ama yapmaya değer bir yolculuktur. Bunun bir nedeni, muhteşem manzaradır. Bana göre başka bir nedeni de, Ani'nin başka bir yerinde olduğundan çok daha fazla hissederiz, burada yaşamış olan on binlerce, yüz binlerce insanı... Onların da sizin yürüdüğünüz bu yollardan yürümüş olacağını, aynı yokuşlarda ter döktüğünü, aynı kayalarda tökezlediğini bilirsiniz. Ve buraya vardıklarında, benim şimdi oturduğum yerde oturup aynı manzarayı seyrettiklerini, aşağıdaki boğazdan geçen nehri, taşların üzerinden akan suyu ve çalılarda öten kuşları dinlediklerini... Ve, bir an için bile olsa, bu şehri kuran insanlar size çok yakın gelir."- "Batı Ermenistan'da Yolculuk"filminden satırlarAni'nin en güney ucunda arazi, hemen hemen Arpaçay ile çevrilmiş bir buruna daralır ve neredeyse dimdik uçurumlarla korunur.Bu burnun düz tepesi bir zamanlar ayrı bir takviyeli duvarla çevrili imiş. Burası, Ani'nin terk edilen son yerlerinden biri olabilir. Buradaki evlerin temelleri, şehrin diğer kısımlarınınkinden daha iyi muhafaza edilmiştir.Bugün, Türkçe adıyla "Kızkalesi" olarak bilinir. Bilinen tek Ermenice adının anlamı da aynıdır.Zirveye, uçurumun her yanından dolanan zorlu yollardan ulaşılır. Arpaçay'a nazır taraftaki patika muhtemelen asıl yoldu, çünkü bugün harabe durumda bir kapı ile korunmuştur.KiliseSarp uçurumun kenarında, muhtemelen 13üncü yüzyılın ilk 15 yılı içerisinde inşa edilmiş bir kilisenin harabesi vardır. Bir manastıra bağlı olmuş olabilir. Kilisenin dış planı dikdörtgen, içi haç şeklindedir; geçişinin üzerinde de kubbesi varmış. Dört köşesinin her birinde iki katlı küçük apel varmış. Yapının kimi kısımlarında, yeniden kullanılmış malzeme görülür. Bu malzeme, belki de aynı yerdeki daha eski bir kiliseden alınmadır.Kilisenin kubbesi ile güneybatı köşesinin tamamı 1960'lara doğru yıkılmıştır. Bundan başka ağır hasar da 1989 depreminde vuku bulmuştur.

ANİ (MANASTIR VE KİLİSELERİ)

KHTZKONK MANASTIRIKiliseleriYahya Peygamber Kilisesi(Surb Karapet)Bu belki de manastırdaki en eski kiliseydi ve 7nci veyahut 10uncu yüzyıldan kalma olabilirdi (ama kubbenin üzerindeki şemsiye şekilli çatı bundan daha sonraki bir tarihten olmalıdır). Duvarlarındaki en eski yazıt 1001 (veyahut 1006) tarihliymiş ve Kral Gagik'in eşi, Ani Kraliçesi Katranide'den bahsedermiş. Kilisenin; kubbesinin alnı köşekemerleri ile desteklenen çatısı, dört apsisli içyapısı varmış. Bir duvarının küçük kısmıyla apsisinin temellerinin ötesinde geriye bir şey kalmamıştır. Meryem Ana Kilisesi(Surb Astvatsatzin)Bu kilise, Yahya Peygamber Kilisesi'nin güneyinde kalır. Muhtemelen 10uncu yüzyıl eseridir. İçi, yarım daire apsisli, kubbeyle kapanmış kareden fazla bir şey değilmiş. Yahya Peygamber Kilisesi ile bunun arasına inşa edilmiş bir holün kalıntıları varmış. Bugünse, hiç bir şey kalmamıştır. Aziz Stefanos Nakhavka KilisesiYahya Peygamber Kilisesi'nin karşısındaki ayrı bir kayada dururmuş ve muhtemelen 10uncu veyahut 11inci yüzyıl yapısıymış. Dıştan dikdörtgen, içten iki yan şapel ve yarım daire apsisiyle haç şeklindeymiş. Girişi, saklı ve bulması zor olan güney cephesindeymiş. Kilisenin etrafı, korunmamış khatchkarların kaideleri ile çevriliymiş. Etrafında 1208 tarihli Keçror (Geçivan - Tunçkaya) kuşatmasının şehitlerinin mezarları olduğu söylenirmiş. Temelinin sadece bir kısmı kalmıştır. Aziz Krikor Lusavoriç KilisesiBu yapı, diğerlerinden daha doğuda kalır. O da muhtemelen 10uncu veyahut 11inci yüzyıl yapısıymış. Küçük zemin planına oranla yüksekmiş ve etrafındaki duvarla çevrili alanda kabrin içine yerleştirilmiş 1031 tarihli belli bir uzun khatchkar varmış. Bu kilise bugün tamamen mahvolmuştur ve taşlarının birkaç kırıntısından başka bir şey yoktur. Bu kilisenin üstündeki yamaçlardaki Ortaçağ mezarları, 1986 yılında define avcıları tarafından tahrip edilmiştir.

ANİ (MANASTIR VE KİLİSELERİ)



KHTZKONK MANASTIRIKiliseleriYahya Peygamber Kilisesi(Surb Karapet)Bu belki de manastırdaki en eski kiliseydi ve 7nci veyahut 10uncu yüzyıldan kalma olabilirdi (ama kubbenin üzerindeki şemsiye şekilli çatı bundan daha sonraki bir tarihten olmalıdır). Duvarlarındaki en eski yazıt 1001 (veyahut 1006) tarihliymiş ve Kral Gagik'in eşi, Ani Kraliçesi Katranide'den bahsedermiş. Kilisenin; kubbesinin alnı köşekemerleri ile desteklenen çatısı, dört apsisli içyapısı varmış. Bir duvarının küçük kısmıyla apsisinin temellerinin ötesinde geriye bir şey kalmamıştır. Meryem Ana Kilisesi(Surb Astvatsatzin)Bu kilise, Yahya Peygamber Kilisesi'nin güneyinde kalır. Muhtemelen 10uncu yüzyıl eseridir. İçi, yarım daire apsisli, kubbeyle kapanmış kareden fazla bir şey değilmiş. Yahya Peygamber Kilisesi ile bunun arasına inşa edilmiş bir holün kalıntıları varmış. Bugünse, hiç bir şey kalmamıştır. Aziz Stefanos Nakhavka KilisesiYahya Peygamber Kilisesi'nin karşısındaki ayrı bir kayada dururmuş ve muhtemelen 10uncu veyahut 11inci yüzyıl yapısıymış. Dıştan dikdörtgen, içten iki yan şapel ve yarım daire apsisiyle haç şeklindeymiş. Girişi, saklı ve bulması zor olan güney cephesindeymiş. Kilisenin etrafı, korunmamış khatchkarların kaideleri ile çevriliymiş. Etrafında 1208 tarihli Keçror (Geçivan - Tunçkaya) kuşatmasının şehitlerinin mezarları olduğu söylenirmiş. Temelinin sadece bir kısmı kalmıştır. Aziz Krikor Lusavoriç KilisesiBu yapı, diğerlerinden daha doğuda kalır. O da muhtemelen 10uncu veyahut 11inci yüzyıl yapısıymış. Küçük zemin planına oranla yüksekmiş ve etrafındaki duvarla çevrili alanda kabrin içine yerleştirilmiş 1031 tarihli belli bir uzun khatchkar varmış. Bu kilise bugün tamamen mahvolmuştur ve taşlarının birkaç kırıntısından başka bir şey yoktur. Bu kilisenin üstündeki yamaçlardaki Ortaçağ mezarları, 1986 yılında define avcıları tarafından tahrip edilmiştir.

ANİ (MANASTIRLARI)

KHTZKONK (BEŞKİLİSE) MANASTIRITarihçe"...Türkiye Cumhuriyeti'nde amansızca sürdürülen Ermeni tarihi yapılarını ortadan kaldırma ve tarihi Ermenistan'ın izlerini silme çabaları... Ermeni halkının vatanlarındaki varlığına şahadet eden abideler ve işaretler, 1915'te başlatılan soykırımın son kurbanları olmuştur.- Robert JebejianTürkçe "Beşkilise" olarak bilinen bu güzel manastır, Ani'nin yaklaşık 25 km güneybatısında, eski adıyla Tekor olarak bilinen Digor ilçe merkezine yakın vadinin içinde üç kaya çıkıntısı üzerine kuruluymuş. Manastırın toplamda, hepsi kubbeli ve özenle kesme taştan yapılmış beş kilisesi varmış. Bunlar: Aziz Karapet, Meryem Ana (Surp Astvatsatzin), Aziz Stefanos, Aziz Krikor ve Aziz Sarkis Kiliseleri imiş. Günümüzde sadece Aziz Sarkis Kilisesi kalmıştır. Kiliselerin, manastırın kuruluşuna veyahut kiliselerin inşasına ilişkin tarih ve şeraite ışık tutacak yazıtları yoktur. Manastır, 13üncü yüzyıl Moğol istilasından sonra terk edilmiştir. 1878'de, Kars bölgesinin Rus yönetimine geçmesiyle Beşkilise, Ermeni Kilisesi'ne devredilmiştir. Binalar onarılmış, manastır yeniden ibadete açılmıştır. Keşiş ve hacılar için konaklama imkanı düzenlenmiştir. Bunlar, en büyük çıkıntının kenarına, aşağıdaki vadinin içindeki nehrin yanına ve de Aziz Sarkis Kilisesi'nin kuzeybatısına inşa edilmiştir. Manastırın YıkımıBeşkilise'nin kaderi, Türk devletinin Ermeni halkına uyguladığı soykırımı daha sonra Ermenilerin kültürel mirasını da uygulamasının en açık ve en çarpıcı örneğidir. Manastır, Kars bölgesinin Ermeni halkının 1920'de Türkiye tarafından sürülmesine kadar kullanılmıştır. Bundan sonra, burası ziyaretçilere kapalı askeri bölge olmuştur ve 1984'de kadar dahi Digor'a gitmek için özel izin gerekmiştir. Manastır 1959'da tarihçiler tarafından gezildiğinde, kiliselerden sadece Aziz Sarkis kilisesi bulunmuştur ve bu da ağır hasarlıdır. Köylülerin, kiliselerin sınır askerleri tarafından havaya uçurulduğunu söyledikleri iletilmiştir. Hasarın, patlayıcılar ile meydana geldiğinden az kuşku duyulmaktadır. Mahvedilmiş kiliselerin taş parçaları, konumlarından çok uzak mesafelerde bulunmuştur. Kaya çıkıntılarının arası, parçalanmış taş işi, yazıt kaplı duvar parçaları, sütun kısımları ve oyma süs kırıntıları ile doldurulmuştur. Aziz Sarkis Kilisesi'nin hasarı daha da açıklayıcıdır: apsis ve şapellerin yan duvarları, belirgin bir şekilde, patlayıcılarla içeriden patlatılmıştır. Nispeten yeni bir grafiti yazının konumu, öyledir ki, bugün yerinde olmayan bir pencere ile aydınlanan yerde yazıldığı, buradan da yıkımın 1955'ten sonra gerçekleştiği anlaşılır. Kimi Batılı akademisyenler, Türk devletinin gazabına uğramamak ve de mesleklerinde ilerlemelerini tehlikeye atmamak için, bu tahribatın nedenini uydurmalarla açıklamaya çalışmıştır. Örneğin, T. A. Sinclair, 1987 basımlı "Eastern Turkey, an Architectural and Archaeological Survey" adlı kitabında, kiliselerin düşen taşlarla yıkıldığını yazmıştır. Bu taşlar nereden gelmiştir - nereye gitmiştir - ve yerçekimi kanununa nasıl karşı koyup da Aziz Sarkis Kilisesi'nin üzerinden atlayıp komşu kiliseleri hedef almıştır? Aziz Sarkis, 1989 depremiyle ağır hasar geçirmiştir. Binanın beton çekirdeği parçalanmıştır ve kilise şimdi büsbütün yıkılmak üzeredir. Bu sayfalardaki fotoğrafların çoğu, 1989 öncesinde çekilmiştir.

ANİ (MANASTIRLARI)

KHTZKONK (BEŞKİLİSE) MANASTIRITarihçe"...Türkiye Cumhuriyeti'nde amansızca sürdürülen Ermeni tarihi yapılarını ortadan kaldırma ve tarihi Ermenistan'ın izlerini silme çabaları... Ermeni halkının vatanlarındaki varlığına şahadet eden abideler ve işaretler, 1915'te başlatılan soykırımın son kurbanları olmuştur.- Robert JebejianTürkçe "Beşkilise" olarak bilinen bu güzel manastır, Ani'nin yaklaşık 25 km güneybatısında, eski adıyla Tekor olarak bilinen Digor ilçe merkezine yakın vadinin içinde üç kaya çıkıntısı üzerine kuruluymuş. Manastırın toplamda, hepsi kubbeli ve özenle kesme taştan yapılmış beş kilisesi varmış. Bunlar: Aziz Karapet, Meryem Ana (Surp Astvatsatzin), Aziz Stefanos, Aziz Krikor ve Aziz Sarkis Kiliseleri imiş. Günümüzde sadece Aziz Sarkis Kilisesi kalmıştır. Kiliselerin, manastırın kuruluşuna veyahut kiliselerin inşasına ilişkin tarih ve şeraite ışık tutacak yazıtları yoktur. Manastır, 13üncü yüzyıl Moğol istilasından sonra terk edilmiştir. 1878'de, Kars bölgesinin Rus yönetimine geçmesiyle Beşkilise, Ermeni Kilisesi'ne devredilmiştir. Binalar onarılmış, manastır yeniden ibadete açılmıştır. Keşiş ve hacılar için konaklama imkanı düzenlenmiştir. Bunlar, en büyük çıkıntının kenarına, aşağıdaki vadinin içindeki nehrin yanına ve de Aziz Sarkis Kilisesi'nin kuzeybatısına inşa edilmiştir. Manastırın YıkımıBeşkilise'nin kaderi, Türk devletinin Ermeni halkına uyguladığı soykırımı daha sonra Ermenilerin kültürel mirasını da uygulamasının en açık ve en çarpıcı örneğidir. Manastır, Kars bölgesinin Ermeni halkının 1920'de Türkiye tarafından sürülmesine kadar kullanılmıştır. Bundan sonra, burası ziyaretçilere kapalı askeri bölge olmuştur ve 1984'de kadar dahi Digor'a gitmek için özel izin gerekmiştir. Manastır 1959'da tarihçiler tarafından gezildiğinde, kiliselerden sadece Aziz Sarkis kilisesi bulunmuştur ve bu da ağır hasarlıdır. Köylülerin, kiliselerin sınır askerleri tarafından havaya uçurulduğunu söyledikleri iletilmiştir. Hasarın, patlayıcılar ile meydana geldiğinden az kuşku duyulmaktadır. Mahvedilmiş kiliselerin taş parçaları, konumlarından çok uzak mesafelerde bulunmuştur. Kaya çıkıntılarının arası, parçalanmış taş işi, yazıt kaplı duvar parçaları, sütun kısımları ve oyma süs kırıntıları ile doldurulmuştur. Aziz Sarkis Kilisesi'nin hasarı daha da açıklayıcıdır: apsis ve şapellerin yan duvarları, belirgin bir şekilde, patlayıcılarla içeriden patlatılmıştır. Nispeten yeni bir grafiti yazının konumu, öyledir ki, bugün yerinde olmayan bir pencere ile aydınlanan yerde yazıldığı, buradan da yıkımın 1955'ten sonra gerçekleştiği anlaşılır. Kimi Batılı akademisyenler, Türk devletinin gazabına uğramamak ve de mesleklerinde ilerlemelerini tehlikeye atmamak için, bu tahribatın nedenini uydurmalarla açıklamaya çalışmıştır. Örneğin, T. A. Sinclair, 1987 basımlı "Eastern Turkey, an Architectural and Archaeological Survey" adlı kitabında, kiliselerin düşen taşlarla yıkıldığını yazmıştır. Bu taşlar nereden gelmiştir - nereye gitmiştir - ve yerçekimi kanununa nasıl karşı koyup da Aziz Sarkis Kilisesi'nin üzerinden atlayıp komşu kiliseleri hedef almıştır? Aziz Sarkis, 1989 depremiyle ağır hasar geçirmiştir. Binanın beton çekirdeği parçalanmıştır ve kilise şimdi büsbütün yıkılmak üzeredir. Bu sayfalardaki fotoğrafların çoğu, 1989 öncesinde çekilmiştir.

ANİ (MANASTIRLARI)

KHTZKONK (BEŞKİLİSE) MANASTIRITarihçe"...Türkiye Cumhuriyeti'nde amansızca sürdürülen Ermeni tarihi yapılarını ortadan kaldırma ve tarihi Ermenistan'ın izlerini silme çabaları... Ermeni halkının vatanlarındaki varlığına şahadet eden abideler ve işaretler, 1915'te başlatılan soykırımın son kurbanları olmuştur.- Robert JebejianTürkçe "Beşkilise" olarak bilinen bu güzel manastır, Ani'nin yaklaşık 25 km güneybatısında, eski adıyla Tekor olarak bilinen Digor ilçe merkezine yakın vadinin içinde üç kaya çıkıntısı üzerine kuruluymuş. Manastırın toplamda, hepsi kubbeli ve özenle kesme taştan yapılmış beş kilisesi varmış. Bunlar: Aziz Karapet, Meryem Ana (Surp Astvatsatzin), Aziz Stefanos, Aziz Krikor ve Aziz Sarkis Kiliseleri imiş. Günümüzde sadece Aziz Sarkis Kilisesi kalmıştır. Kiliselerin, manastırın kuruluşuna veyahut kiliselerin inşasına ilişkin tarih ve şeraite ışık tutacak yazıtları yoktur. Manastır, 13üncü yüzyıl Moğol istilasından sonra terk edilmiştir. 1878'de, Kars bölgesinin Rus yönetimine geçmesiyle Beşkilise, Ermeni Kilisesi'ne devredilmiştir. Binalar onarılmış, manastır yeniden ibadete açılmıştır. Keşiş ve hacılar için konaklama imkanı düzenlenmiştir. Bunlar, en büyük çıkıntının kenarına, aşağıdaki vadinin içindeki nehrin yanına ve de Aziz Sarkis Kilisesi'nin kuzeybatısına inşa edilmiştir. Manastırın YıkımıBeşkilise'nin kaderi, Türk devletinin Ermeni halkına uyguladığı soykırımı daha sonra Ermenilerin kültürel mirasını da uygulamasının en açık ve en çarpıcı örneğidir. Manastır, Kars bölgesinin Ermeni halkının 1920'de Türkiye tarafından sürülmesine kadar kullanılmıştır. Bundan sonra, burası ziyaretçilere kapalı askeri bölge olmuştur ve 1984'de kadar dahi Digor'a gitmek için özel izin gerekmiştir. Manastır 1959'da tarihçiler tarafından gezildiğinde, kiliselerden sadece Aziz Sarkis kilisesi bulunmuştur ve bu da ağır hasarlıdır. Köylülerin, kiliselerin sınır askerleri tarafından havaya uçurulduğunu söyledikleri iletilmiştir. Hasarın, patlayıcılar ile meydana geldiğinden az kuşku duyulmaktadır. Mahvedilmiş kiliselerin taş parçaları, konumlarından çok uzak mesafelerde bulunmuştur. Kaya çıkıntılarının arası, parçalanmış taş işi, yazıt kaplı duvar parçaları, sütun kısımları ve oyma süs kırıntıları ile doldurulmuştur. Aziz Sarkis Kilisesi'nin hasarı daha da açıklayıcıdır: apsis ve şapellerin yan duvarları, belirgin bir şekilde, patlayıcılarla içeriden patlatılmıştır. Nispeten yeni bir grafiti yazının konumu, öyledir ki, bugün yerinde olmayan bir pencere ile aydınlanan yerde yazıldığı, buradan da yıkımın 1955'ten sonra gerçekleştiği anlaşılır. Kimi Batılı akademisyenler, Türk devletinin gazabına uğramamak ve de mesleklerinde ilerlemelerini tehlikeye atmamak için, bu tahribatın nedenini uydurmalarla açıklamaya çalışmıştır. Örneğin, T. A. Sinclair, 1987 basımlı "Eastern Turkey, an Architectural and Archaeological Survey" adlı kitabında, kiliselerin düşen taşlarla yıkıldığını yazmıştır. Bu taşlar nereden gelmiştir - nereye gitmiştir - ve yerçekimi kanununa nasıl karşı koyup da Aziz Sarkis Kilisesi'nin üzerinden atlayıp komşu kiliseleri hedef almıştır? Aziz Sarkis, 1989 depremiyle ağır hasar geçirmiştir. Binanın beton çekirdeği parçalanmıştır ve kilise şimdi büsbütün yıkılmak üzeredir. Bu sayfalardaki fotoğrafların çoğu, 1989 öncesinde çekilmiştir.

ANİ (MANASTIRLARI)

BAGNAYR MANASTIRI TarihçeBagnayr Ermeni manastırının kalıntıları, Ani'den birkaç mil batıda, Ala Dağ'ın yan tarafında, Kozluca adlı Kürt köyündedir. "Bagnayr" adı, "ateş sunaklarının mağarası" demektir ve o yerde daha eski bir Zerdüşt mabedi olabileceği kanaatini uyandırır. Manastırın geçmişiyle ilgili tarihlere, birkaç Ortaçağ Ermeni edebi kaynaklarında rastlanır. 11inci yüzyıl tarihçisi Stefanos Asoğik, manastırın, 989 yılında Vahram Pahlavuni tarafından inşa ettirildiğini anlatır. 1040'lara doğru, manastır, önemli bir dini merkez olmuştur ve Pahlavuniler ile vasallarının hamiliği, 13üncü yüzyıla kadar devam etmiştir. Bina yazıtları, bir şapelin 1145'te, diğerinin 1200'de, bir başkasının ise 1223 veyahut 1229'da inşa edildiğini kaydeder. En yeni yazıtlar, 13üncü yüzyılın ikinci yarısından kalma idi. Manastır, muhtemelen 13üncü yüzyılda bölgenin göçebe Türk kabilelerinin eline geçmesiyle terk edilmiştir. 19uncu yüzyılda, boş manastır, göçebeler için yazlık işlevini görmüştür. O yüzyılın sonunda, manastır, nispeten iyi korunmuştu ve iyi durumdaydı. Bundan sonra maruz kaldığı tahribat, maalesef Türkiye'deki birçok Ermeni abidesinin başına gelenin örneğidir. Yapının İncelemesiAna manastır kompleksinin alttaki planı, J.M. Thierry'nin 1983 çalışmasında, (o zaman bugüne kıyasla iyi durumda bulunan) 1960'lı yıllardaki kalıntılardan ve eski fotoğraflardan çıkardığı modelden uyarlanmıştır.Surp Astvatsatzin (Tanrı'nın Kutsal Annesi/Azize Meryem) olarak bilinen ana kilisenin, Vahram'ın oğlu Prens Smbat Magistros Pahlavuni tarafından kurulduğu düşünülmektedir. Dikdörtgen kubbeli hol şeklindeymiş, yani üç ayrı bölmeye ayrılmış üstü kubbeli orta sahını varmış. Duvarlarındaki en eski yazıt 1042 tarihlidir. Alın, içten ve dıştan yuvarlak ve yarım daire kemerlerle desteklenmiş bingilerin üzerindeymiş. Kiliseden bugüne kalanların neredeyse tamamı, sadece batı duvarının kısımlarından ibarettir. Kiliseye giriş, batı tarafından, "jamatun" olarak bilinen büyük bir dış holden yapılırmış. Jamatun, kare planlı, kiliseden daha büyük ve yapımı belki de 12nci yüzyılın son dönemlerine rastlıyormuş (1201 tarihli bir yazıtı vardı). 1870'lerde neredeyse dokunulmamış iken, bugün sadece doğu ve kuzey duvarlarıyla çatısının küçük bir kısmı kalmıştır.Jamatunun içinde, dört bağımsız sütunla sekiz gömme sütun, dokuz bölmeye bölünmüş tavanı desteklermiş. Orta bölmenin üzerindeki tavanın piramit kesiti varmış, sarkıt (stalaktit) silme ile oyulmuş ve tepesinde gözpencere varmış. Bir olasılıkla Erzurum Yakutiye Medresesi'ndeki bugün de görülen taş tavanın benzeriymiş. Ana kiliseye güneydoğudan bitişen iki küçük şapel varmış. 1960'larda viran durumdaydılar ancak bugün tamamen yıkıktır. Ana kiliseye en yakın şapel muhtemelen 11inci yüzyılın ilk çeyreğinden kalmadır. 19uncu yüzyılda, içinde, yerlilerin Aziz Krikor Lusavoriç'in gömüldüğü yer olduğunu iddia ettikleri bir mezar varmış. İkinci şapelin, Aziz adında bir kadının, oğlu Grigor'un anısına yaptırdığını ileten, 1145 tarihli bir yazıtı varmış. Demek ki bu kilise, Selçuklular'ın yönetimi sırasında Ermenistan'da yaptırılan az sayıda kiliseden biridir. Eski fotoğraflar, ana kilisenin güney cephesine ve şapellerin batı duvarlarına dayalı ikinci bir jamatun olabileceği düşünülebilecek bir yapı gösterir. Bu da, şapeller gibi, tamamen ortadan kalkmıştır.

ANİ (CAMİLERİ)

MANUÇEHR CAMİİ(Ani Ulu Camii) TarihçeArpaçay'a nazır, koyağın hemen kenarında inşa edilmiş bu caminin, Emir Manuçehr tarafından yaptırıldığı söylenir. Emir Manuçehr, Kürt asıllı Şeddatlı sülalesinin Ani'yi 1072'den itibaren yöneten ilk mensubuydu. Ancak, bu binanın yapım tarihi ve aslı, çok sayıda tartışmaya konu olmuştur, tartışmalar ki, mimari veyahut arkeolojik verilerden ziyade, Ermenistan ile Türkiye'nin milliyetçi çekişmelerinden kaynaklanır. Kimisi (çoğu Ermeni olmak üzere), binanın Türk istilası öncesine ait olduğunu ve ilkin Bagratid döneminden bir köşk olduğunu ve daha sonra bir camiye dönüştürüldüğünü iddia eder. Kral Aşot'un duvarına yakın konumu ve tahkimli görünüşüne dayandırılarak, yapının bir gümrük olduğu da iddia edilmiştir. İnanılmaya layık olmayan bir başka Ermeni iddiası ise, yapının, bir yıkık kilisenin jamatunu olduğu ve kilisenin yıkımından sonra camiye çevrildiğidir. Bu iddiaların hepsi, aynı güvenilmez kaynaktandır - Türklerin (ve ardılları Kürtlerin), Ani'yi yönettikleri dönemde kalıcı yapı yapma kabiliyetine sahip olmadıkları inancı. Başkaları (bunda Türkler başı çeker), bu yapının Türk istilasından hemen sonra yapıldığını iddia eder - bu da bu yapıyı, Anadolu'daki en eski süregelmiş cami yapar. Yine başkaları, yapının cami olarak inşa edildiğini fakat daha sonraki bir döneme ait olduğunu önerir, çünkü iç mimarisi 12nci ve 13üncü yüzyıl binalarınınkine benzer. Ben bunun en olası seçenek olduğuna, ancak aynı zamanda daha eski bir yapının temelinin de kısmen kullanıldığına inanıyorum, ki bu da yapının garip hiza çizgisini açıklar. Bir de, minare, camiden eskidir, dolayısıyla konumu da böylesine gariptir, ve muhtemelen aynı temellerde kurulmuş bir eski caminin parçasıydı. Bu eski cami belki de bir Ermeni yapısıydı. Bununla ilgili başka bilgileri, ileriki bir tarihte eklemeyi düşünüyorum. Caminin giriş cephesi, 19uncu yüzyılın sonuna doğru yıkılmıştı, ama cami, 1906'ye kadar yakında oturan köylüler tarafından kullanılmıştır. O sene, cami, Nikoli Marr'ın kazı bulgularını barındırmak üzere bir müzeye çevrilmiştir. Binayı takviye maksadıyla, kuzeybatı tarafındaki çatı kemerleri duvarla kapatılmıştır. Bu duvarlar, aşağıdaki planda gri gösterilmiştir. Bu küçük müze Birinci Dünya Savaşı'nda muhtemelen yağmalanmıştır. 1990'ların sonlarına kadar dahi, muhtemelen sergi vitrinlerinin parçalanmasından yerde cam kırıntıları görmek mümkündür ve caminin dibinde, pencerelerden fırlatılmış olması olası heykellerin parçaları vardır. 1999 "restorasyon"u, caminin içinden başlamıştır (ve yer yeniden döşenmiştir), ve ertesi yıl, yıkık duvarları örme çalışmaları başlatılmıştır. Yapının İncelemesiBinanın hizası, bir cami için normal değildir (20 derecelik sapma mevcuttur). Geniş bodrum katı, büyük pencereleri, ve tasarımının birçok ögesi, camilerde tipik değildir. Birçok Ani ziyaretçisi, yapının daha ziyade 19uncu yüzyıl Kraliçe Viktorya dönemi pamuklu bez fabrikasına benzediğini söyleyerek şakalaşır. İçerisi, ilkin, beş büyük, kemerli pencere ile aydınlanan açık dikdörtgen holü kapsıyordu. Koyağa dönük dış cephede, pencerelerin altında, dışta bir zamanlar bir tahta balkon olduğunu ima eden direk yuvaları vardır. Bu pencerelerin üstünde ise, amaçları, süslü tavanı aydınlatmak olan dikdörtgen açıklıklar vardır. Bunlar gibi üst pencerelere, bazı Osmanlı evlerinde (özellikle Kayseri civarında) sıkça rastlanır. Çatı, iç hacmi on bir bölmeye ayıran altı bağımsız sütunla desteklenmiştir. Bugün, bu bölmelerin sadece altısı ayaktadır. Bölmelerin her birinin tavanının tasarımı, diğerlerinkinden farklıdır ve polychrome (çok renkli) taş kakma ile zengince süslenmiştir. Kısa ve kalın sütunlar, 1030 tarihli olduğu düşünülen Horomos Manastırı'nın holünde bulunanlara çok benzemektedir, ama bunlara 12nci ve 13üncü yüzyıllarda da rastlanır (bkz. Bagnayr Manastırı). Koyağa bakan dört güneydoğu bölmelerinin altında, kendisi de dört bölmeli bir bodrum katı vardır. Bodrumun kuzeybatı duvarı, binanın geri kalan kısmından daha eskidir, çünkü bodrumun mahzenleri, ona yapışık değildir, sadece ona dayalıdır. Caminin kuzey köşesinde, kuzey cephesinin tepelerinde bir yerde Kufi harflerle "Bismillah" yazan, yüksek sekizgen minare vardır. Minarenin konumu, camiye göreceli olarak uyumsuzdur ve bu da minarenin, caminin yapımından önce veyahut hemen sonra yapıldığını ima eder. Minarenin tepesine, bir sütunun etrafında dönen dik merdivenle çıkılır. Tepesi, günümüzde tamamen açıktır; ilk haliyle belki de taş korkuluk vardı. (Not: mevcut askeriye kısıtlamaları nedeniyle, minareye çıkmak yasaktır, ama civarda asker yoksa mümkündür.) Bu sayfada kullanılan cami planı, Beyhan Karamağaralı'nın yayınlanmış mesaha çizimlerinden uyarlanmıştır. Kral Aşot'un DuvarıErmeni Bagratid Kralı III. Aşot 961 yılında başkentini Kars'tan Ani'ye naklettiğinde, Ani belki de iç kale etrafında toplanmış bir hisar kasabasından fazla bir şey değildi. 964 yılı civarında Aşot, alanın en dar mevkiine, iç kalenin altına ve biraz kuzeyine yeni surlar inşa ettirmiştir. Aynı yol üzerinde önceden de bir topraktan duvar olmuş olabilirdi, çünkü yeni surlar, toprak sete inşa edilmişe benzer. Aşot'un duvarının yedi adet yarım daire kulesi vardır ve bu sur, Manuçehr Camii'nin yanında biter. Her kulenin içinde birer şapel olduğu söylenmiştir. Ani o kadar çabuk gelişmiştir ki, daha kuzeydeki daha büyük dış surlar 989 yılında tamamlanmıştır. Aşot'un duvarları muhtemelen zamanla kullanımdan düşmüştür. Nikoli Marr'ın kazılarından önce, yerin üstünde sadece birkaç toprak yığını olarak görünürlermiş.

ANİ MANASTIRLARI (BAGNAYR MANASTIRI )


BAGNAYR MANASTIRI TarihçeBagnayr Ermeni manastırının kalıntıları, Ani'den birkaç mil batıda, Ala Dağ'ın yan tarafında, Kozluca adlı Kürt köyündedir. "Bagnayr" adı, "ateş sunaklarının mağarası" demektir ve o yerde daha eski bir Zerdüşt mabedi olabileceği kanaatini uyandırır. Manastırın geçmişiyle ilgili tarihlere, birkaç Ortaçağ Ermeni edebi kaynaklarında rastlanır. 11inci yüzyıl tarihçisi Stefanos Asoğik, manastırın, 989 yılında Vahram Pahlavuni tarafından inşa ettirildiğini anlatır. 1040'lara doğru, manastır, önemli bir dini merkez olmuştur ve Pahlavuniler ile vasallarının hamiliği, 13üncü yüzyıla kadar devam etmiştir. Bina yazıtları, bir şapelin 1145'te, diğerinin 1200'de, bir başkasının ise 1223 veyahut 1229'da inşa edildiğini kaydeder. En yeni yazıtlar, 13üncü yüzyılın ikinci yarısından kalma idi. Manastır, muhtemelen 13üncü yüzyılda bölgenin göçebe Türk kabilelerinin eline geçmesiyle terk edilmiştir. 19uncu yüzyılda, boş manastır, göçebeler için yazlık işlevini görmüştür. O yüzyılın sonunda, manastır, nispeten iyi korunmuştu ve iyi durumdaydı. Bundan sonra maruz kaldığı tahribat, maalesef Türkiye'deki birçok Ermeni abidesinin başına gelenin örneğidir. Yapının İncelemesiAna manastır kompleksinin alttaki planı, J.M. Thierry'nin 1983 çalışmasında, (o zaman bugüne kıyasla iyi durumda bulunan) 1960'lı yıllardaki kalıntılardan ve eski fotoğraflardan çıkardığı modelden uyarlanmıştır.Surp Astvatsatzin (Tanrı'nın Kutsal Annesi/Azize Meryem) olarak bilinen ana kilisenin, Vahram'ın oğlu Prens Smbat Magistros Pahlavuni tarafından kurulduğu düşünülmektedir. Dikdörtgen kubbeli hol şeklindeymiş, yani üç ayrı bölmeye ayrılmış üstü kubbeli orta sahını varmış. Duvarlarındaki en eski yazıt 1042 tarihlidir. Alın, içten ve dıştan yuvarlak ve yarım daire kemerlerle desteklenmiş bingilerin üzerindeymiş. Kiliseden bugüne kalanların neredeyse tamamı, sadece batı duvarının kısımlarından ibarettir. Kiliseye giriş, batı tarafından, "jamatun" olarak bilinen büyük bir dış holden yapılırmış. Jamatun, kare planlı, kiliseden daha büyük ve yapımı belki de 12nci yüzyılın son dönemlerine rastlıyormuş (1201 tarihli bir yazıtı vardı). 1870'lerde neredeyse dokunulmamış iken, bugün sadece doğu ve kuzey duvarlarıyla çatısının küçük bir kısmı kalmıştır.Jamatunun içinde, dört bağımsız sütunla sekiz gömme sütun, dokuz bölmeye bölünmüş tavanı desteklermiş. Orta bölmenin üzerindeki tavanın piramit kesiti varmış, sarkıt (stalaktit) silme ile oyulmuş ve tepesinde gözpencere varmış. Bir olasılıkla Erzurum Yakutiye Medresesi'ndeki bugün de görülen taş tavanın benzeriymiş. Ana kiliseye güneydoğudan bitişen iki küçük şapel varmış. 1960'larda viran durumdaydılar ancak bugün tamamen yıkıktır. Ana kiliseye en yakın şapel muhtemelen 11inci yüzyılın ilk çeyreğinden kalmadır. 19uncu yüzyılda, içinde, yerlilerin Aziz Krikor Lusavoriç'in gömüldüğü yer olduğunu iddia ettikleri bir mezar varmış. İkinci şapelin, Aziz adında bir kadının, oğlu Grigor'un anısına yaptırdığını ileten, 1145 tarihli bir yazıtı varmış. Demek ki bu kilise, Selçuklular'ın yönetimi sırasında Ermenistan'da yaptırılan az sayıda kiliseden biridir. Eski fotoğraflar, ana kilisenin güney cephesine ve şapellerin batı duvarlarına dayalı ikinci bir jamatun olabileceği düşünülebilecek bir yapı gösterir. Bu da, şapeller gibi, tamamen ortadan kalkmıştır.

KARS VE ANİ


Ani'de var olan bir çok yapı Ermeni ve Gürcü yapılarıdır. Ancak Büyük Selçuklulardan kalma bir çok yapıda günümüze kadar gelmiştir. Bu arada bölgeye en çok hasarı Ruslar vermiştir. Ebu'l Muammeran Camisinin minaresinin yıkılmasıda Rus yönetimindeyken gerçekleşmiştir. Yıkılma tarihine bakarsanız bu ortaya çıkacaktır. 1890 yıllarında minarenin yıkıldığı söylenmektedir. Bu tarih Rus yönetiminin Kars ve civarındaki bazı bölgelere hakim olduğu tarih içerisindedir.
Türkiye-Ermenistan sınırındaki Ani Harabeleri’nin çevresindeki askeri yasak bölge, Genelkurmay Başkanlığı’nın talimatıyla kaldırıldı. Harabeleri görmek isteyen yerli ve yabancı turistler artık izin almadan ve kimlik bildirimi yapmadan tarihi eserleri gezebilecek.Türkiye-Ermenistan sınırında bulunan Ani ören yeri 24 uygarlığa ev sahipliği yaptı. Harabeler birinci derecede askeri bölge kapsamında olduğu için şimdiye kadar ziyarete kapalıydı. Bakanlar Kurulu kararı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın onayı ile Ani ören yerinde bulunan askeri birlik kaldırıldı.Daha önce, ören yerini görmek için birçok bürokratik işlem yapılması gerekirken, yerli ve yabancı turistler artık rahatlıkla harabeleri gezebilecek. Şimdiye kadar yasak olan fotoğraf ve kamera çekimi de yapılabilecek.Bölgede görev yapacak sivil kıyafetli jandarmanın işi ise, tarihi kalıntıların korunması ve turistlere yardımcı olmak.Yasağın kaldırılmasından sonra Ani Harabeleri’ni ziyaret eden ilk yabancı turist kafilesi tarihi kalıntılara hayranlığını gizlemedi.“Burası Ortaçağ’ı yaşatan, görülmeye değer nadir yerlerden biri. Ani Harabeleri birçok uygarlığı bünyesinde barındırıyor. Tarihi merak edenler burada çok fazla bilgi edinebilir. Herkesin gezip görmesini isterim.”“Türkiye bir tarih cenneti. Ani Harabeleri de bunun önemli bir parçası. Şimdiye kadar ziyarete açılmamış olması büyük kayıp. Böyle yerler çok iyi korunmuyor. Eğer yöneticileriniz sahip çıkarsa burası çok fazla ziyaret edilen bir yer olur.”Ani, Uzun Yıllar Ermeni Başkantiydi5 kilometrelik bir alanı kapsayan Ani ören yerinde 10 kilise, bir saray, 2 cami, bir köprü ile bir de kervansaray bulunuyor. Kuruluşu, milattan önce 130’lu yıllara dayanan Ani ören şehri, uzun yıllar Ermenilere başkentlik yapmış. Ermenilerin buradaki yaşamları 1064 yılında Sultan Alparslan’ın Ani’yi fethiyle son bulmuş.“Bundan bin yıl evvel Ani, günümüz Ermenistan ve Türkiye'nin kuzeydoğusunun büyük kısmını kapsayan bir krallığın başkentiydi. O dönemde, Ani en az 100.000 kişilik bir nüfusa sahipti ve zenginliği ile şanı öyleydi ki, "bin bir kilise şehri" olarak anılırdı. Derin koyaklarla çevrili bir plato üzerine kurulmuş olan Ani'nin kiliseleri, sarayları ve istihkamı Avrupa'da zamanının teknik ve sanat bakımından en gelişmiş yapıları arasındaydı...”Ani, üç yüz sene önce terk edilmiş veşu an Ermenistan sınırına bitişik bir askeriüssün içinde mahpus bir harabe kenttir.

İÇE KAPANIKLIK

Aklım kumsal iken, ben kum tanesi...
Çıktıkça yükseğe alçalır oldum..
Düşündüm derdimin nedir çaresi..
Susarak konuşmak, sonunda buldum..

MEZARIN İÇİNDEKİLER









MEZARIN İÇİNDEKİLER

Keşfedilmeyi bekleyen başka ne gibi hazineler bulunduğunu kimse tahmin edememektedir: Daha şimdiden mükemmel durumda bronz bir araba ile atları çıkarılmıştır. Bunun İÖ 210 yılında 50 yaşında ölmeden önce imparatoru ülkesinin dört bir yanına taşıyan araba olduğu kuşkusuzdur. Odalarda at iskeletleri vardır ve atların yüzleri merkez mozoleye dönüktür. Bazı odalarda, herhalde imparatora ait olması gereken hayvanların iskeletleri bulunmaktadır.

Hiçbir ziyaretçi, uzaktaki Li Dağı'nın alçak tepesini uzun süre görmezden gelemez. Ovadan hâlâ 47 metre yüksekte olup tabanı 350 metreye 340 metrelik bir alanı kaplayan tepenin içindekiler, hiçbir arkeolog giremediği için, bir sır olarak kalmaya devam etmektedir.

Tarihçi Sima Qian, bizi umutlandıran ipuçları bırakmıştır. Tepenin altında gerçek bir hazine sarayının bulunduğunu yazmaktadır. İmparatorluğun ırmakları Yangzi ve Sarı Irmak cıvayla temsil edilmiştir ve bunlar mekanik yollarla bir içdenize dökülmektedirler. İçerisini sonsuza kadar olmasa bile çok uzun bir zaman aydınlatmak için balina yağından dev meşaleler yakılmıştır.

Mezar dökme tunçla kaplanmış, imparatorun en iyi mobilyaları gelecekteki ihtiyaçları için içine yerleştirilmişti. Halefi, İmparatora erkek evlat doğurmayan bütün karılarının da ölümde kendisine eşlik etmelerini buyurmuştu.

Mezar soyguncularını ve yağmacılarını öldürmek üzere çeşitli yerlere tatar yayları yerleştirilmişti. Ve son bir fermanla da, mezarın yapımını gerçekleştirenler öldürülmüşlerdi. Mezarın yakınlarında, kiminin öldürüldüğü belli olan pek çok erkek iskeleti bulunmuştur.

Ama belki de bulunacak fazla bir şey yoktur. Daha yakınlarda mezarın neredeyse gölgesinin düştüğü yerde altın ve gümüş işlemeli bir Qin Hanedanı bronz çam bulunmuştur. Dönemin tarih kayıtlarında, imparatorun ölümünden yalnızca birkaç yıl sonra mezarının yağmalandığı anlatılmaktadır.

General Xiang Pu liderliğindeki isyancılar, mezar sarayı yağmalamışlar ve pişmiş topraktan ordunun bulunduğu yeraltı odalarına girip askerlerin silahlarını almışlardır. Ancak kil askerlerin ve silahlarının bir kısmı günümüze kadar kalmıştır.

Kayıtların da belirttiği gibi 300.000 insan, mezarın içindekileri 30 günde boşaltamamışsa, o zaman günümüze kadar el değmeden kalmış bazı odalar olabilir. Belki de cıva nehir hâlâ yeraltındaki denize akmaya devam etmektedir. Bu ancak kazıların çözebileceği bir sırdır.

Ancak tarihi bir gerçekten emin olabiliriz. Hanedanı kendi ölümünden sonra pek devam edememişse ve imparatorluk mezarı yok edilmişse de, onun idari reformları yüzyılları aşarak modern çağlara kadar erişebilmiştir.

İMPARATORUN ORDUSU


İMPARATORUN ORDUSU

Duvarlarla çevrili büyük bir dikdörtgen içindeki mezar külliyesini iki kaynaktan biliyoruz. Bunlardan birincisi arkeoloji, ikincisi de zamanın tarihi kayıtlarıdır. Bu duvarların önünde pişmiş topraktan ordunun bulunduğu çukurlar yer alır. Dünya arkeolojisinde, ziyaretçileri, 1. çukura inerken karşılaştıkları manzaraya hazırlayacak pek az yer vardır. Uzun, paralel odacıklarda pişmiş topraktan sessiz savaşçılar dizisi gözalabildiğine uzanmaktadır.

Ön tarafta dört atla bir araba vardır. Piyade askerleri dimdik, ellerinde uzun saplı bronz mızrakları ya da uçları hâlâ sivri oklarla dolu sadaklarıyla dimdik durmaktadır. Yakından bakılınca zırhlarının kıvrımlarının zarafeti ve kuzey sınırına gönderilenleri Sibirya soğuğundan koruyacak atkıları görülür.

Ayrıca, demir tarım aletleri, bronz ve deri eyer takımları, ipek ve keten dokumalar, yeşimden ve kemikten yapılmış eşyalar da bulunmuştu. Bugün bile parlaklığını ve keskinliğini koruyan kılıçlar, pek alışılmadık biçimde, 13 elementin alaşımından dökülmüştü.

Tarihçiler Qin'i savaş alanında üstünlüğe götüren askeri örgütlenmedeki ilerlemeyi çok uzun zamandan beri takdir etmişlerse de, günün birinde 12.000 metrekarelik bir yeraltı çukurundan, 7000 askerlik bir tümenin çıkabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Uzun boylu generalden en sıradan bir piyade erine kadar ordunun bütün üyelerinin tek tek incelenebileceğini kim hayal edebilirdi?

Zamanda donmuş olan bu ordu, buzdağının ancak ucudur. Yakınlardaki bir çukurda 100 arabalı ve 100 savaş atlı bir süvari tümeni bulunmaktadır. Üçüncü bir çukurda ise ordu karargâh subayları yeralmaktadır.

Yakın zamanda bulunan Arabalar ve bütün donanımlarıyla atları. Şimdiye kadar ordunun çok küçük bir kısmı çıkarılmıştır.

İMPARATORUN ORDUSU

İMPARATORUN ORDUSU

Duvarlarla çevrili büyük bir dikdörtgen içindeki mezar külliyesini iki kaynaktan biliyoruz. Bunlardan birincisi arkeoloji, ikincisi de zamanın tarihi kayıtlarıdır. Bu duvarların önünde pişmiş topraktan ordunun bulunduğu çukurlar yer alır. Dünya arkeolojisinde, ziyaretçileri, 1. çukura inerken karşılaştıkları manzaraya hazırlayacak pek az yer vardır. Uzun, paralel odacıklarda pişmiş topraktan sessiz savaşçılar dizisi gözalabildiğine uzanmaktadır.

Ön tarafta dört atla bir araba vardır. Piyade askerleri dimdik, ellerinde uzun saplı bronz mızrakları ya da uçları hâlâ sivri oklarla dolu sadaklarıyla dimdik durmaktadır. Yakından bakılınca zırhlarının kıvrımlarının zarafeti ve kuzey sınırına gönderilenleri Sibirya soğuğundan koruyacak atkıları görülür.

Ayrıca, demir tarım aletleri, bronz ve deri eyer takımları, ipek ve keten dokumalar, yeşimden ve kemikten yapılmış eşyalar da bulunmuştu. Bugün bile parlaklığını ve keskinliğini koruyan kılıçlar, pek alışılmadık biçimde, 13 elementin alaşımından dökülmüştü.

Tarihçiler Qin'i savaş alanında üstünlüğe götüren askeri örgütlenmedeki ilerlemeyi çok uzun zamandan beri takdir etmişlerse de, günün birinde 12.000 metrekarelik bir yeraltı çukurundan, 7000 askerlik bir tümenin çıkabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Uzun boylu generalden en sıradan bir piyade erine kadar ordunun bütün üyelerinin tek tek incelenebileceğini kim hayal edebilirdi?

Zamanda donmuş olan bu ordu, buzdağının ancak ucudur. Yakınlardaki bir çukurda 100 arabalı ve 100 savaş atlı bir süvari tümeni bulunmaktadır. Üçüncü bir çukurda ise ordu karargâh subayları yeralmaktadır.