5 Kasım 2008 Çarşamba

NUH'UN GEMİSİ


Ağrı dağı ve çevresindeki bilinmezliklerle dolu bir olaylar dizisi başladı ve sürdü gitti. Bunların içinden biri, son derece ilginçtir ve ancak aradan 70 yıl gibi hayli uzun bir süre geçtikten sonra bir anlam çıkarılacak biçimde birleştirilerek başı ile sonu ortaya çıkarılmıştır. Bu hikayeyi Louisianalı (ABD) rahip Harold Williams'ın ağzından ayrıntıları ile dinleyelim:
"...1950 yılıydı. Ağrı'daki manastıra vardığımda yaşlı Hachian'ı bir kan gölü içinde yatar buldum. Tıbba karşı aşinalığım olduğundan ona hemen ilk tedaviyi yaptım, sonra da alıp kendi bulunduğum yere götürdüm. O sıralarda 'Union College'deydim. Adama baktık el birliğiyle, iyileştirdik ve birkaç ay bizimle kaldı. Derlenip toparlanınca bize başına gelenleri anlattı. Üç 'ateist' gelmişler, Nuh'un gemisini aradıklarını söylemişler. Kendilerini tanıtırken 'bağnaz Hıristiyanız' demişler, çevreyi buna inandırmışlar. Herkes kanmış onlara. Onlar da kılavuz olarak bu Hachian'ın babasını tutmuşlar, babası da Hachian'ı yanına yardımcı diye almış. Sözde 'inanmış' Hıristiyanlarla bir arada yollara düşmüşler; gide gide Nuh'un gemisinin yanına varmışlar.
"Geminin içine girince, bu üç dinsiz korkunç bir öfkeye kapılarak ellerindeki baltalarla geminin her yanını parçalamaya koyulmuşlar. Ama başaramamışlar, çünkü zamanla tahtalar kayalaşmış, taş kesilmiş hepsi. Bunların asıl amaçları, orada öyle bir kalıntı olmadığını ortaya koymakmış. Bulunca da yoketmeye kalkışmışlar.
"Becerememiş, üstesinden gelememişler. O kızgınlıkla bu kez kılavuzların canlarına kıymak istemişler. Ama içlerinden birinin aklı başına gelmiş; "Ne yapıyorsunuz, sonra dönüş yolunu nasıl buluruz onlar olmadan?" demiş, engellemiş, vazgeçirmiş. Hepsi bileklerini kesip kan kardeşi olmuşlar ve olanı biteni kimselere anlatmayacaklarına dair ant vermişler. Hachian'la babasına, dikkatlerinin üzerinde olacağını, en küçük bir sır vermeleri durumunda gözlerinin yaşına bakmaksızın öldüreceklerini söylemişler. Bu nedenle baba oğul bu sırrı yaşamlarının sonuna kadar saklayacaklardı."
"Gelişmelere bakılırsa, bir süre sonrasında bir İngiliz de aynı olayı anlatmış."
"Doğru! O sıralarda biz Bronston-Massachussetts'de oturuyorduk. Ben lisede öğretmenlik yapıyordum. Bir sabah eşim bir gazete getirdi. Gazetede yayınlanmış bir haber vardı; küçük, kenar köşeye sıkışmış bir habercik işte... Ölüm döşeğindeki bir İngilizin son soluğunda vicdanını rahatlatmak istediğini yazıyordu. O İngiliz'in anlattığı hikaye de benim yıllar önce Hachian'dan dinlediğim hikayenin eşiydi."
"Siz, acaba Hachian'dan duyduğunuz o hikayeyi bir başka kişiye anlatmış mıydınız?"
"Hayır anlatamadım. O İngiliz'in bunları ne duymuş, ne de bir başkasından öğrenmiş olması mümkündü!"
1876 yılında Sir James Brice adında saygın bir devlet adamı, gezgin ve yazar, Ağrı dağından ilk kez bir kanıtla dönüyordu. Kanıtın bilim dünyasını yerinden oynatacağına inanıyordu Sir James. Ağrı doruklarında elle yontulmuş ya da işlenmiş bir tahta bulmuştu. Çevreyle bir ilişkisi olamazdı, çünkü Ağrı ağaçsız ve yoz bir dağdı. Tahta parçası uluslararası ölçülerle 4 fit boyunda, 5 inç kalınlığındaydı ve yer yer taş kesilmişti adeta.
Gazeteler olayı büyük bir coşkuyla karşıladılar. Sir James ve kanıtı hemen başlıklara çıktı. Fakat bilim çevreleri olaya hem kuşkuyla, hem de küçümseyerek baktılar. Çoğu, daha önceki dediklerinden sapma göstermeye yanaşmadı.
Benzer tepki, 1883 yılında bir Türk yetkili kurulunun verdiği rapora karşı da gösterildi. Türklerin raporunda gemi'nin iyi korunmuş olduğu da özellikle belirtiliyordu.
İlgisizlik ve nedensiz karşı çıkışlar Türk yetkililerini çabuk gücendirdi ve onlar da bir ikinci araştırma grubu göndermeyi düşünmüşlerken bundan vazgeçtiler, olayın üstünde durmadılar artık.
Prens John Joseph Nourey, aradan dört yıl geçmişti ki, ansızın ortaya çıktı ve Ağrı dağına kendi başına bir sefer düzenleyeceğini açıkladı. Prens hem ünlü bir gezgin, hem de enikonu varlıklı bir kişiydi. Ayrıca çekici bir kişiliği olan bir Başpiskopos'tu da.
Kalktı, Türkiye'ye geldi, hızlı bir yolculuk sonunda Ağrı'ya vardı, 1887 yılının güzel bir gününde tırmanmaya başladı doruğa doğru. 25 Nisan 1887 günü, Prens, yıllardır düşünü kurduğu amacına ulaştı ve... Nuh'un gemisini karşısında buldu.
Dönüşünde anlatıyordu; Gemi, buzlar arasına sıkışıp kalmıştı ve yapısı, genelde kara ve koyu renkli tahtalardan yapılmıştı. Anlattıkları, 1883 yılında Türk gazetelerinde çıkan uzun haber-yazıya tıpa tıp uyuyordu da.
Prens, yeniden Ağrı'ya dönmek, daha kapsamlı bir keşif seferine girişmek istiyordu. Amacı gemiyi alıp Chicago Sergisi'ne getirmekti. 1893 yılında bu kentte görkemli bir Dünya Fuarı açılacaktı.
Bütün çabalarına ve saygın kişiliğine karşılık, Prenscik Ağrı'ya ikinci bir sefer için kendisine mali bir destek bulamadı ve günlerden bir gün yakalandığı soğukalgınlığı, zatürreye çevirdi, tedavi fayda etmedi ve Prens, Ağrı dağı sırrıyla ölüverdi.
Onu izleyen keşif, 1902 yılında gerçekleşti. Ermeni kökenli çiftçi Yorgo Agopyan'ın anlattığına göre, çocukluğu sırasında amcası onu almış, Nuh'un gemisine götürmüştü, çok iyi anımsıyordu bunu.
Agopyanın dedikleri hemen yeni bir heyecan dalgası yarattı. Anımsadıklarını tek tek ressam Alfred Lee kağıda döktü. Sonradan Lee olayı şöyle anlatacaktır:
"Agopyan'la ilk karşılaştığımızda o 72 yaşındaydı. Nuh'un gemisini gördüğü sıralarda Türkiye'de yaşıyormuş, daha göçmemişmiş. Van gölü kıyısında bir yerde doğmuş. Amcasıyla birlikte her yaz keçi ve koyun sürülerini Ağrı dağına götürüp orada yayarlarmış. Yerel halk böyle yaparmış. Yazlar kurak ve sıcak geçtiğinden yöre halkı hayvanlarıyla bir olur, yaylalara çıkarlarmış.
"Geminin yanına varmışlar nasıl varmışlarsa. Amcası denklerini, çantalarını yere atmış; amca-yeğen geminin yanına buldukları taşları yığmaya başlamışlar. Amcası, "sen gemiye çıkacaksın" demiş. "Kenarda bir yere tutun, yukarı çek kendini, tamam mı?" demiş.
"Agopyan gemiye çıkmış, güvertesinde durup çevresine bakmış. Uzun, çok uzun bir gemiymiş bu. Tavanında kocaman bir delik varmış ayrıca. İçine bakmış, ama karanlıktan başka bir şey görememiş.
"Küçük Agopyan gemiden ayrılırken kopardığı bir tahta parçasını da yanına almayı eksik etmemiş. Bunda çivi delikleri falan yokmuş. Geminin tamamı taşlaşmış tahtadan yapılmış gibiymiş. Anımsadığı kadarıyla geminin tavanı da dümdüzmüş. Yalnız bir çıkıntılı kısım boydan boya, yanları delikli olarak uzanıyormuş. Bunlar hava delikleriydi sanıyorum. Küçük Agopyan geminin üstünde uzun süre kalmaktan nedense korkmuş, ineyim diye tutturmuş, amcası yardım etmiş, inmiş.
"Uzun uzun anlattı bana gemiyi. Notlar aldım, sesini teybe kaydettim, dinledim; karalamalar yaptım. Sonunda yaptığım resmi götürdüm ona, baktı, baktı. 'Evet' dedi. 'Olmuş, tıpkı benim çocukluğumda amcamla bulduğumuz Nuh'un gemisi işte!"

Nuh'un gemisinin Ağrı dağında görülmesiyle ilgili bundan sonraki rapor 1916 yılında geldi. İki Rus pilotu, Ağrı dağı üzerinde keşif uçuşu yaparken gemiyi gördüklerini rapor edip bildirdiler.
Gemi, dağın doruğundaki buzların arasındaydı. Garip bir biçimi vardı ve üstü yuvarlatılmış göründüğünden üzerinde ayrıca uzun, köprü gibi bir çıkıntı da ortaya çıkmıştı. Çıkıntı uzun, enli ve yassıydı. Rapor Çar'a yollandı. Çar hemen ilgilendi ve iki özel araştırma grubu gönderilmesini buyurdu.
Grup, raporda belirtilen yere iki hafta süren yorucu ve zorlu bir tırmanmayla ancak varabildi. Orada sağlıklı ölçüler aldılar, planlar çizdiler, hatta fotoğraf bile çektiler. Geminin içi odalardan geçilmiyordu, sayıları yüzden fazlaydı; bazıları küçük, bazıları büyük ve genişti. Keresteden kirişlerle tutturulmuşlardı. Kafesler de vardı ayrıca.
Yeni düzenlenen rapor da Moskova'ya gönderildi, fakat tam o günlerdeydi, Rusya'da devrim oldu, Çarlık yıkıldı ve Nuh'un gemisi ile ilgili birinci rapor da, ikinci rapor da diğer kayıtlarla beraber yok olup gitti.
Doktor John W. Montgomery, Rus pilotların hikayesiyle nicedir çok yakından ilgileniyordu. Kendisine sorulduğunda şunları anlattı;
"Rus keşif seferi, Nuh'un gemisiyle ilgili en ciddi sonuçları ortaya çıkaran seferlerin başlıcasıdır bence. Grubun başkanlığını Albay Aleksiy Korev yapıyordu. Sefere katılmış, gemiyi gözleriyle görmüş askerleri de tanıyordu yakından. Albay Korev, pilot teğmen Lujanski'nin de yeminli ifadesini almıştı. Teğmen Lujanski, arkeolojiye ilgi duyan bir kişiydi. Ben, Albay Korev'le ölümünden bir yıl önce California'da tanışmıştım, görüştüm. Devrimden sonra ülkesinden kaçmış. Amerika'ya gelip yerleşmişti. Anlattıklarının bir düş ürünü olmadığından eminim."
Rusların gözlemledikleri ve raporlarına geçirdikleri olay, 1902 yılının Agopyan'ın anlattığı hikayeye de pek aykırı düşmemektedir.
Agopyan'ın anlattıklarıyla kutsal kitaplarda aktarılanları birleştirince ortaya çıkan geminin boyutları (Tanrı buyruğunca) 300 kübit boyunda, 50 kübit eninde ve 30 kübit yüksekliğinde olacaktı. Kübit, eski çağlarda bir erkeğin dirseğinden parmak ucuna kadar olan uzunluğu simgelemekteydi. Bu ölçülere göre, gemi, upuzun, dikdörtgen bir kutuya benzemektedir. Ama 20 basket alanından daha büyük bir kutudur bu. Hiç bir çağda insanoğlu böylesi büyük bir ahşap gemi yapmamış, yapmayı da düşünmemiştir.
Gemi yapımcıları, geminin boyunun enine oranının 6/1 olduğunu hesaplamış, bunun yavaş seyreden bir gemi olması gerektiğini, buna karşılık batmazlığının güvencede olduğunu da özellikle belirtmişlerdir. Yüzyılın başlarında inşa edilen "Oregon" adlı Amerikan savaş gemisi bu oranlara uygun yapılmıştır.
Doktor Henry Morris, Nuh'un gemisi üstünde uzun süreler çalışmalar yapmış bir mühendistir de.
"Geminin dizaynı üzerinde yaptığınız çalışmalara göre, dengesi ve denize olan dayanıklığı bakımından Nuh'un gemisi için dengeli idi diyebilir misiniz?"
"Hidrolik güçler dikkate alındığında Nuh'un gemisinin çok 'istikrarlı' bir gemi olduğu ortaya çıkıyor. Tabii gravitasyonel güç, safra gücü, dalga gücü vb. gibi benzerleri arasındaki bir denge ele alınıp hesaplanırsa, 0 ile 90 derece arasındaki eğimlerden, eğilmelerden bir zarar görmeksizin yüzeceği de anlaşılır. Alabora olması tehlikesine gelince... Bu, hemen hemen olanak dışıdır.

Hiç yorum yok: